Hawking big bang teorisinin oluşmasında kuramsal olarak en fazla faydası olan bilim adamlarından birisidir.Konu hakkında çalışmaya devam ederek sanal zaman fikrini ortaya attı.bu matematiksel olarak kolaylık sağlayan karekökü -1 olan sanal bir zaman ifadesiydi.matematiksel olarak normal zaman kullandığımızda big bang teorisine uygun genişleyen bir evren modeliyle karşılaşıyoruz.Sanal zaman kullanırsak bir başlangıç anını içermeyen sonlu ama tamamen sınırsız bir evrenle karşılaşıyoruz.hawking'in çalışmalarındaki ilginç nokta ise gerçek zaman diye adlandırdığımız, bizim algıladığımız zaman kavramının gerçek olmadığını sadece bizim algılarımızın sonucu olduğu, bir değer ifade eden esas gerçek zamanın matematiksel ifadelerde kullandığımız sanal zamanın olduğunu iddia etmesidir.
Evren neden var oldu? Araştırmacılar, bu sorunun yanıtını "Herşeyin Teorisi" adını verdikleri bir evren formülüyle yanıtlamayı umuyorlar. İngiliz astrofizik uzmanı Stephen Hawking, yeni bulgularıyla, içinde bulunduğu fantastik bir "hiper uzay" ın kapılarını açıyor. Biz diğer evrenleri göremiyoruz; ancak, Hawking teorisinde paralel evrenlerde olanların bizim korkularımızı, becerilerimizi ve özlemlerimizi etkileyebileceğini ileri sürüyor.
Paralel evrenlerle ilgili model, şu bilinmeyenleri çözebiliyor: Uzayda gözlemlenen kara delikler nelerden oluşuyor? Çekim kuvveti, diğer doğal kuvvetlere oranla neden zayıf? Işık, içinde bulunduğu evreni terk edemez, dolayısıyla komşu evrenin yaşayanları onu göremezler. Bununla beraber, gravitonlar hiper uzaya uçuyorlar.
Şu sıralarda, siz bu cümleleri okurken, paralele evrenlerdeki eşizleriniz de bu cümleleri okuyor olabilirler. Onlar da bu teoriyi okuyunca, büyük olasılıkla sizin gibi inanmayacak ve başlarını sallayacaklardır. İlk bakışta çılgınlık ya da bir bilimkurgu fantezisi gibi görünse de, bu teori tamamen matematiksel temellere dayanıyor. Stephen Hawking, "Sonsuz sayıda eşiz evrenler var" diyor. Hawking, Cambridge Üniversitesi'nin Matematik bilimleri merkez'nde profosör olarak görev yapıyor. "Amyotrafik lateral skleroz" adı verilen bir sinir hastalığı nedeniyle, ünlü fizikçinin vücut kasları her geçen gün biraz daha eriyor. 1986'da bir soluk borusu ameliyat ameliyatı sonucu sesini de kaybetti. O günden bu yana bilgisayar aracılığı ile iletişim kuruluyor. Şu anda tamamen felçli, ancak zihni, inanılmaz bir hareketliliğe sahip. 59 yaşındaki astrofizikçi, evrenin varoluşunu açıklamak amacıylayıllardır üstünde çalışılan "Her Şeyin Teorisi" nin (Theory of Everithing) formülünü oluşturmayı başardı ve "M-teorisi" adını verdi. Buradaki "M" (Magic, misterios, mother) büyülü, esrarengiz ya da her şeyin (Bütün teorilerin) anası olarak değerlendirilebilir.
Teori, uzayı, içlerinde bizim eşizlerimizin bulunduğu başka evrenlerden oluşan çok boyutlu bir labirent olarak görüyor. Hawking, bu "kobold evrenler"in yaşayanlarını "gölge insanlar" olarak nitelendiriyor. Yani, bizim evren olarak tanımladığımız belki de, gerçekte iç içe geçmiş, birbirini şekillendiren ve hatta belki birbirine paralel çok sayıda evrenlerin bulunduğu sonsuz bir uzayın minik bir kesiti. Bu sadece birçok esrarengiz olguya aniden bambaşka bir açıdan baktığı için değil, aynı zamanda sıradan yaşamımızın bu kadar basit olmadığını göstermesiyle de büyüleyici bir evren tasviri. Birçoğumuz, yaşadığımız olaylara hep daha fazla anlam yükleme eğilimindeyiz. "Yaşamımda, ne olduğunu bilmediğim bir değişiklik olacağını hissediyorum dediğimiz anları hepimiz yaşamışızdır. Korkular, hayaller, özlemler, fikirler... Ortada neden yokken, birden bire nasıl çıkıyorlar, nereden geliyorlar?
Stephen Hawking'in geliştirdiği evren teorisi, hesaplamalara dayalı yepyeni bir açıklama getiriyor. Hawking, mantıksal olarak beynimizde hiçbir şeyin bir bütünden bağımsız gerçekleşmediğini ileri sürüyor. Görülebilir evrenlerimiz dışında, iç içe geçmiş ve eşizlerimizin bulunduğu, görülemeyen daha çok sayıda evren var.
Eğer Hawking haklıysa daha pek çok olgu paralel evren teorisiyle açıklanabilecek. Hawkingin geliştirdiği formül, makroskobik dünyasını tanımlamakla kalmayacak, "Büyük patlama" ve onunla birlikte zaman ve uzay boyutlarının başlangıcını da hesaplanabilir hale getirecek. Böylece insan, evrenin en büyük gizemine, daha doğru bir yaklaşım gösterebilecek: Evrenin, var olmak için bir tanrıya ihtiyacı var mı? Yoksa varlığı, tamamen bilinen fiziksel yasalara mı dayanıyor?
Bilim Olimpiyatında Hawking, 1974'te keşfettiği ve kendi adını verdiği ışınım ile ön plana çıktı: Fizikçi, temel parçacık demetinin bir kara delik yakınında bulunduğunda, nasıl davranacağını hesapladı. Belirli kütleye sahip bir yıldız, ömrünün sonunda, kendi çekim kuvvetinin etkisiyle çöküyor ve uzay ile zamanın anlamını yitirdiği, yani kaybolduğu, sonsuz yoğunluğa sahip bir yapıya, yani kara deliğe dönüşüyor. Kara deliğin çekim alanı o kadar güçlü ki, ışında dahil hiçbirşey çekim alanından kurtulamıyor. Gizikçiler bu duruma "tekillik" adını veriyorlar. Hawking çevresindeki her şeyi yutan bu tuzakların tamamen karanlık olmadıklarını, ışın yaydıklarını gösterdi. İçinde yaşadığımız evrenin de, "tekillik" durumundayken, Büyük Patlama ile birlikte şekillenmeye başlaması, Hawking'in buluşunu daha da önemli kıldı. Bu sayede bir gün, belki de yaratılış hikayesinin sıfırıncı saniyesine ulaşılabilirdi. Hawking, "hiçlik" ile "varlık" arasındaki geçiş anının aydınlatılmasının, "Tanrı'nın planı"nı ortaya çıkarmak anlamına geldiğini düşünüyor.
Bilim adamları, bir "tekillik" durumunun olup olmadığını; bir büyük patlamanın yaşanıp yaşanmadığını; zaman ve uzay boyutlarının ortaya çıkıp çıkmadığını uzun süre tartıştılar. Çünkü, İngiliz fizikçi Isaac Newton'un 300 yıl önce kabul ettiği gibi, zamanın sonsuz bir geçmişten sonsuz bir geleceğe uzandığına inanıyorlardı.
Yoğunluk, Büyük Patlama sırasında kuşkusuz çok daha fazlaydı; ne de olsa, evrendeki bütün kütleler bir aradaydı. Patlama gerçekleşince, çevreye hayal edilmesi güç büyüklükte bir enerji yayıldı. Bu ilk enerji, temel parçacıklara ve maddenin kaderini belirleyen dört kuvvete dönüştü. Kozmologlar asıl sorunu, işte bu dört kuvvet konusunda yaşıyorlar. Bir evren formülü, bütün zamanlar ve evrendeki bütün olaylar için geçerli olmalı; yani son bir denklem, mikrokozmoz ve makrokozmozda etkili bütün kuvvetleri içermeliydi. Bugüne kadar yapılan matematiksel hesaplamalar, sadece üç kuvveti kapsıyordu:
1- Elektromanyetik Kuvvet (elektronları atom çekirdeğine bağlıyor)
2- Güçlü Kuvvet (atom çekirdeğini bir arada tutuyor)
3- Zayıf Kuvvet ( radyoaktif parçalanmayı sağlıyor)
4- Kütle çekimi
Buna karşılık, bütün çabalara rağmen, dördüncü kuvvet olan Kütle Çekimi, bir türlü "Herşeyin Teorisi"ne dahil edilemedi. Nedeni ise, çekim gücünün sadece maddelerde bulunması. Büyük Patlama sırasında kütle, maddesel olmayan bir noktada, "hiçlik"i ifade eden bir kuvantumda yoğunlaşmıştı. Araştırmacıların, "teklik" durumunu daha iyi anlayabilmeleri için her iki teoriyi "Kuvantum Çekim Kuvveti"nde birleştirmeleri, yani "Çekim Kuvvetinin Kuvantum Teorisi"ni geliştirmeleri gerekiyordu. Ancak, bunu bir türlü başarmıyorlardı.
"Her Şeyin Teorisi"ne giden yolda başka bir sorun da, atomun standart modelinde yaşanıyordu. Parçacıklar, bazı matematiksel işlemlere tabi tutulduklarında ortaya anlamsız ve sonsuz değerler çıkıyordu. Ayrıca standart model, ne parçacık kütlelerini ne de doğal kuvvetlerin şiddetini açıklıyordu. Bunlar formülde sabit değerler olarak yer alıyordu.
80 li yılların ortalarında, fizik uzmanları John Schwars ve Michael Green'in uğraşıları sonucu bir çözüm yolu bulundu. Onlara göre anlamsızlıklar, parçacıkların, denklemlerde sonsuz küçük noktacıklar olarak ele alınmasından kaynaklanıyordu. Peki ama, parçacıkların iplikçikler gibi esneme yetenekleri olsaydı ne olurdu? Yaklaşık 10 yıl önce geliştirilen, ancak daha sonra hesapları çıkmaza sokan "sicim teorisi", atom altı parçacıkları nokta şeklinde değil, iplik (sicim) şeklinde tanımlıyordu. Sicimler, bir kemanın telleri gibi salınan, 10-33 cm. uzunluğunda, minicik iplikçiklerdi. Sicimler şimdiye kadar gözlenemedi; ancak, büyüklüğü matematiksel olarak hesaplanabiliyor: Bir sicimin bir atomun büyüklüğüne olan oranı, bir atomun bütün Güneş Sistemi'ne olan oranına eşit. Ayrıca, belirli bazı sicimlerin, kütle çekimine sahip olduğu ve sicimlerin, aynı zamanda kuvantlar oldukları da bilinen arasında. Hawking, buradan yola çıkarak "kütle çekimin kuvantum teorisi"ni geliştirdi.
Stephen Hawking, sicimlerle ilgili çok sayıda hesaplama yaptıktan sonra şu sonuca ulaştı: Evreni üç veya dört boyutlu kabul ettiğimiz sürece geliştirilen "Kütle Çekiminin Kuvantum Teorisi" bizi tek bir evren formülüne götürmüyor. Dolayısıyla çözümü, çok boyutlu alanlarda aradı. Bu nedenle de sicimde takılıp kalmadı ve hesaplar yaparak, sicimlerden çok boyutlu kuvantlar elde etti. Bunlara "membran" adı veriliyor ve kısaltılmış şekli olan "bran" kullanılıyor. Bu bran'lar, birden fazla boyutta varlık gösteriyorlar. Hesaplamalarına devam ederek bir sınıra ulaştı: Evrende on bir boyut vardı.
Peki bütün o boyutları neden algılayamıyoruz? Hawking nedenini şöyle açıklıyor: Büyük Patlama'nın ardından, zaman boyutu ile üç tane uzaysal (uzunluk, genişlik, yükseklik) boyut açılarak kozmik büyüklüğe dönüştü. Kalan yedi boyut, konumlarını değiştirmeden, yani sicim kadar bir alanı kaplayacak büyüklükte, bir gonca gibi sarılı olarak kaldılar. Bilim adamına göre, böyle yedi boyutlu bir yumak, evrenin her noktasında mevcut.
M-teorisine göre, evren iki boyutlu bran'larla kaplı. Bu branlar için üçüncü boyut, branların frizbi plakları gibi, içinde oradan oraya uçtukları ve hiç bir birilerine çarpmayacakları büyüklükte bir "hiper uzay". "Üç boyutlu kütlecikler" hiç fark edilmeden dört boyutlu bir uzaya, "dört boyutlu kütlecikler" beş boyutlu bir uzaya vb.. giriyorlar. Hawking, bu noktada kendi kendine şu soruyu sormuş: "Üstünde yaşadığımız Dünya nasıl yorumlanmalı?" Yanıtını ise şöyle vermiş: "Bizim gözlemleyebildiğimiz evren, belki de "hiper uzay"da süzülen üç boyutlu bir bran'dan öte birşey değil. Ve evrenimiz bu uzayın içinde yalnız değil. Çünkü, sürekli yeni evrenler, yeni branlar doğuyor. Fizikçiler, bu olaylara "kuvantum fluktuasyonu" adı veriyorlar. Hawking, böyle bir kuvant oluşumunu, kaynayan sudaki hava kabarcığı oluşuna benzetiyor. Bu kabarcıklardan bazıları patlıyor, bazıları da içinde bulunduğumuz evren gibi esneyerek genişliyor.
Bilim adamı, sürekli bir üst boyuta geçen branlarla ilgili, insanın başını döndüren bu varsayımı biraz daha somutlaştırabilmek için, hologram örneğini veriyor: Hologramlarda, doğru açıdan bakıldığında, iki boyutlu bir yüzeyde, üç boyutlu bir nesnenin görüntüsü fark ediliyor. Başka bir deyişle daha yüksek boyuttaki bilgiler, daha düşük boyuttaki bir oluşumun içine kodlanıyor. Öyleyse, üç boyutlu dünyamızda gerçekleşen her şey, aslında daha yüksek boyutlu bir dünya tarafından ürtilmiş olabilir mi? Ya da bir paralel dünyanın sadece yansıması olabilir miyiz? Hawkin'e göre bu soruların yanıt evet! Yaşamımız, dünyalı olmayan yaratıklar tarafından oynanan bir bilgisayar oyunu, biz de bilgisayarlarla üretilmiş oyuncular olabiliriz. Belki de, sadece bakıp eğlendikleri hologramlarız.
Hawking'in teorisiyle, kehanet ve telepati gibi metafizik konular da belki daha doğru yorumlanabilir: Bir hologramda, üç boyutlu bilgiler, iki boyutlu yüzeyin her noktasında kodlanmış olarak bulunuyor. Hologram levhasını kırdığımız ve parçalardan birini ışık altında incelediğimiz zaman, içinde kodlanmış olan üç boyutlu nesnenin yine tamamını görürsünüz. Çünkü, nesneye ait üç boyutlu bilgilerin tamamı, yüzeyin her noktasında ayrı ayrı bulunuyor olmalı. Bu açıdan bakıldığında, bu matris bütününün bir parçası olan kişinin, normalde görülemeyen bilgileri bazen fark etmesi çok da olağanüstü sayılmaz. Belki de kahinler, böyle bilgileri algılayabilen ve okuyabilen insanlardır.
Hawking bu düşüncesinde yalnız değil. Bu varsayımı geliştirirken Hawking'e eşlik eden evrenbilimci Alexander Vilekin, "Uzayda, Al Gore'un ABD başkanı olduğu ya da Elvis Presley'nin hala yaşadığı paralel evrenler olabilir" diyor.
Hawking daha da ileri giderek paralel başka bir evrene geçmeyi hayal ediyor.
Sicimler ve branlar'dan oluşan bu fantastik bakış açısı gerçek olabilir mi? Hawking, evrenin varlığını tek bir formülle açıklayacak "Her Şeyin Teorisi" nin henüz tamamlanmadığını, bunun belki de ancak 21. yüzyılın sonuna doğru mümkün olacağını belirtiyor. Ancak formül tamamlandığında evrenin formülüne ulaşmış olacaklarını ve kaçınılmaz olarak bu noktanın da insan aklının nihai zaferi olacağını belirtiyor.
· Paralel evrenlerle ilgili model, şu bilinmeyenleri çözebilir. Uzayda gözlemlenen kara delikler nelerden oluşuyor? Çekim Kuvveti, diğer doğal kuvvetlere oranla neden daha zayıf? Işık, içinde bulunduğu evreni terk edemez, dolayısıyla komşu evrenin yaşayanları onu göremezler. Bununla beraber, gravitonlar hiper uzaya uçuyorlar.
· Son kozmolojik teorilere göre, içinde yaşadığımız evren, daha yüksek boyutlu başka bir evren içinde süzülen çok sayıda evrenlerden bir tanesi olabilir. Ancak, diğer evrenlere ulaşamıyoruz ve "hiper uzay"ı aşma ise olanaksız.
· Kara delikler, gökadalar gibi yoğun kütleli cisimler, gravitonları çekiyorlar. Gravitonların, yutan tuzakların çevresinde, halka biçimli bir bulut halinde toplanarak kara maddeyi oluşturduğu tahmin ediliyor.
· Komşu evrenlerdeki gökadalar da hiper uzayla birbirlerinden ayrılsalar bile, üst üste gelecek şekilde konumlanabilir ve "çekim kuvveti gölgeleri"nden oluşan bir dünya yaratabilirler.
· Hawking'e göre, bizler üç boyutlu bir membran'da (aşağıda) yaşıyoruz. Yakınında, daha yüksek boyuta ait ikinci bir membran daha var. Her ikisi de çekim kuvveti etkisiyle birbirini etkiliyor. Evrenimizde bulunan çekim kuvveti, daha yüksek boyutlu evrenlere kadar ulaşabiliyor. Böylece, ortada gerçek bir kütle olmamakla birlikte, gezegenler, bir çekim kuvveti merkez çevresinde turlayabiliyorlar.
· Diğer boyutlar, yuvarlanmış küçük küreler şeklinde uzay-zamanın bütün noktalarında yer alıyor.
· Hawking, biz insanların, başka bir evrende yaşayan varlıkların ürettiği holografik yansımalar olabileceğimizi belirtiyor.
Holografi yöntemiyle üç boyutlu nesneler, iki boyutlu zeminlere, yani hologramların içine kodlanabiliyor. Hawking, yüksek boyutttaki bilgilerin, düşük boyutlu ortamlara kodlanması ilkesini bütün evrene uyarlıyor ve diyor ki: "Dünyamız, dünya dışı yaratıklar tarafından oynanan bir bilgisayar oyunu olabilir."
· Stephen Hawking, kara deliklerin çevrelerinde, enerji yayan parçacıklar oluşabileceğine işaret edinceye kadar, bilim adamları buradaki çekim kuvvetinden ışığın bile kaçamayacağına inanıyorlardı.
· Newton'un teorisine göre zaman, geçmişte ve gelecekte sonsuzluğa kadar uzanan bir tren rayı gibi, uzaydan bağımsızdı. Einstein'in teorisine göre ise zaman ve uzay birbirine bağımlı. Zaman dahil edilmediği taktirde uzay bükülmez. Ayrıca Uzay-zamanın bükülmesiyle oluşan "solucan delikler"in zaman yolculuğunu mümkün kılabileceği düşünülüyor.
· Yalnız değiliz: Hiçlikten, sürekli yeni evrenler doğuyor. Bazıları kendi içinde çöküyor, diğerleri sürekli genişliyor. Daha başkaları, bu iki durumun arasında kritik bir konuma sahip. Bazı evrenlerin, zeki yaşam biçimlerini barındırabileceği tahmin ediliyor. Bizim evrenimiz genişleme evresinde.
Son Güncelleme : 01-07-2008 00:58
1 Temmuz 2008 Salı
26 Mayıs 2008 Pazartesi
YERKÜRE'DE VE YERKÜRE DIŞINDA YAŞAM
YERKÜRE'DE VE YERKÜRE DIŞINDA YAŞAM
Güneş sisteminde, Dünya'dan başka bir gezegende teknolojik bir uygarlık
bulunabilmesi olasılığı hemen hemen sıfırdır. Ancak Güneş sistemi, tüm evren
demek değildir. O zaman daha ötelere bakmak gerekir.
Açık uzayda, yoğuşmuş enerji alanları ya da canlı toz ve gaz bulutları şeklinde bir yaşam var olabileceğini düşünebiliriz. Böyle bir kanıt olmamakla birlikte yaşamın yalnızca yıldızlardan daha düşük sıcaklıklardaki katı gezegenler de bulunabileceğini kabul etmek zorundayız.
Deneyler sonucu; gökcisimlerinin boyutları küçüldükçe sayılarının arttığı
görülmüştür. Buradan yola çıkarak tutuşamayacak kadar büyük kütleye sahip olan yıldızlardan çok fazla olduğunu savlayabilir miyiz? Bunlar doğal olarak parlamadıklarından saptanamadan kalmıştır. Ama eğer var ise, Jüpiter'den küçücük astroidlere dek boy boy altyıldız bulunduğunu düşünmek mantıklıdır. Büyük yıldızların çevresinde, Jüpiter'in ve Güneş sistemimizdeki diğer dev gezegenlerin olduğu gibi, küçük yıldızlar bulunduğunu da düşünebiliriz.
Altyıldızlarda yaşam oluşmuş olabilir mi?
Yaşam için vazgeçilmez koşulların birincisi serbest sıvı (tercihan su), ikincisi de organik bileşiklerdir. Üçüncü bir gereksinme enerjidir. Çünkü enerji, başlangıçta var olan su, amonyak ve metan gibi küçük moleküllerden organik bileşikleri oluşturmak için gereklidir.
Bu altyıldızlarda enerji nereden gelebilir?
Bir gök cisminin oluşurken yoğuşması sırasında içsel hareketler yerçekimsel alanda elde edilen kinetik enerjiyi temsil eder. Çarpışma ve birleşmelerle hareket durunca, kinetik enerji ısıya dönüşür. Bu nedenle tüm büyük gök
cisimlerinin merkezleri sıcaktır. (Dünya'nın ~5.0000C)
Kütle büyüdükçe, yerçekimsel alanı şiddetlendikçe, kinetik enerji de, ısı da, iç sıcaklık da artar (Jüpiter:54.0000C)
Yerimsi bir gök cismi, uzayda ister bağımsız, isterse bir yıldızın çevresinde
dönüyor olsun, Ganymede ya da Callisto gibi bir dünya olmak eğiliminde
olacaktır. İç ısıya sahip olacak ama dış tabakaların koruyucu etkisiyle fazla ısı kaybına neden olmayacak. Sonuç olarak Yer soğumaktadır ve bugünkü iç ısısını 4,6 milyar yıldır korumaktadır.
Dünya'dan daha küçük altyıldızlar daha az iç ısıya iye ve büyük olasılıkla daha çok buzlu olacaklardır. Birbirinden ayrı enerji kaynakları daha az bulunacak ve iç okyanusları daha küçük olacaktır.
Yıldızdan çok uzakta bulunan soğuk olmasına karşın pek az ya da hiç uçucu
madde tutamayacak kadar küçük olan bir gökcismi ise kayadan, metalden ya
da her ikisinin karışımından oluşan asteroid benzeri bir yapıya iye olacaklardır.
Dünya'dan daha büyük olan ve dolayısıyla daha büyük ve şiddetli iç ısı kaynaklarına iye olan altyıldızlar Jüpiter benzeri bir bir gökcismi olacaktır. Böyle bir yıldız kesinlikle büyük oranda uçucu maddelerden (H ve He) ibaret olacak ve yüksek iç ısı gezegeni tümüyle sıvı duruma getirecektir ki, bırakın teknolojik uygarlığı, zeki bir yaşam en çok yunusların türünden bir yaşam olacaktır.
Teknolojik bir uygarlık için hem okyanusları, hem de karaları olan katı bir
gezegene gereksinim vardır. Böyle bir gezegenin yakınında yaşam için gerekli
enerjiyi temin edecek bir yıldızın bulunması gerekmektedir.
İnce kenarlı mercek biçimindeki galaksimizin yarıçapı 50.000 IY(*) Güneş ise merkezden 27.000 IY uzaktaydı (Robert Julius, 1886-1956) 1998 Mart ayında gerçekleştirilen ince hesaplar sonucunda bu uzaklığın 23.000 IY olduğu saptandı.
Galaksinin kütlesi kesinlikle Güneş'in 100 milyar katından fazladır ve bazı
tahminlere göre 200 milyardır. Orta bir sayı elde etmek için Galaksi kütlesinin
Güneş'in kütlesinin 160 milyar katı olduğunu söyleyebiliriz.
Galaksinin kütlesi;
1.yıldızlar,
2.aydınlık olmayan gezegensel gökcisimleri,
3.toz ve gaz bulutlarından oluşur.
2 ve 3 no.lu gökcisimlerinin kütleleri çok düşüktür. Galaksideki yıldızların
kütlesi, toplam kütlenin %94'ünü oluşturduklarını söyleyebiliriz. (Örneğin:
Güneş'in kütlesi, Güneş sisteminin %99,86'sıdır.) Galaksideki yıldızların
kütlesini, Güneş kütlesinin 150 milyar katına eşit olduğunu varsayabiliriz. Güneş ortalama bir yıldızdır (Bkz.Yıldızların Sınıflandırılması) Ancak gökcisimleri küçüldükçe olası sayıları da artacağından ortalama yıldız kütlesi, Güneş'in kütlesinin yarısı kadarsa, Galaksimizde 300 milyar yıldız bulunmaktadır. Her gördüğümüz yıldıza karşılık gözle göremediğimiz 50 milyon yıldız vardır.
Lokal Grup adı verilen "galaktik küme"de (Samanyolu, Andromeda, Macellan Bulutları) ~1,5 trilyon yıldız bulunabilir. (3 milyon IY'da) 1milyar IY ötelere kadar bu sayı 1 milyarı bulur. Son incelemelere göre evrenin yaklaşık 15 milyar yıllık olduğu belirlenmiştir. Bundan dolayı, gözlemlenebilir evrende 200 milyar galaksi bulunabilir.
Orta boyutta bir galaksi olan Samanyolu'ndan 100 kat daha fazla kütleye iye
galaksiler bulunduğu gibi, yüzbinde biri kadar olan galaksiler de vardır. Ortalama bir galakside 1010 yıldız olduğunu varsayabilriz. Demek ki gözlemlenebilir evren içinde 2x1021 yıldız var demektir. Buna göre milyarda bir teknolojik uygarlığın var olma olasılığı böyle bir evrende 2 trilyon farklı uygarlığın var olacağı anlamına gelmektedir.
Daha önce sözünü ettiğimiz sayıyla başlarsak:
I - Galaksimizdeki yıldızların sayısı:
320.000.000.000
Tek başına yıldız, yaşamın varlığını garanti edemez. Bunun için yıldız yakınında bir gezegen bulunmalıdır. Yıldız tarafından enerji verilen ve ısıtılan bu gezegende yaşam var olabilir.
Onun için gezegen sistemini dikkate almalıyız. Güneş sistemimizin nasıl
oluştuğunu saptayabilirsek, diğer gezegen sistemlerinin nasıl oluştukları
konusunda bir takım sonuçlar çıkarabiliriz. Nebula hipotezine göre, her yıldızın bir gezegen sistemi olacaktır.
Açısal momentum, ayrık bir gökcisminin ya da bir sistemin dönme eğiliminin bir ölçüsüdür. Açısal momentum iki şeye bağlıdır: Maddesel noktanın bir eksen ya da bir cisim çerçevesinde dönüş hızına ve dönüş merkezine olan uzaklığına. Bu sabite, açısal momentumun sakınımı yasası denir. Bu yasaya göre, uzaklık küçüldükçe, dönme hızı artar ya da uzaklık büyüdükçe, hız küçülür.
Güneş, sistemin açısal momentumunun %2'sine iyedir. Geri kalanı sistemdeki
diğer cisimlerde bulunmaktadır. %60'ı Jüpiter, %25' Satürn'e aittir.Eğer
sistemdeki tüm gökcisimlerinin açısal momentumları Güneş'e eklenirse açısal
momentumun sakınımı yasasına göre- Güneş, ekseni çevresindeki dönüşünü
yarım günde tamamlayacaktı!
Salınım yapan her yıldızın gezegenleri olduğunu ileri sürmek ne derece
doğrudur? Sirius'un salınımı, Güneş'e benzer bir yıldızdan kaynaklanır. 61 Cygni, Barnard, Ross 614 ve Lalande 21185 'te salınımlar gözlendi. Gezegen sistemlerini tüm yıldızların %93'ünü ağır dönen yıldızlarla sınırlayacak olursak:
II - Galaksimizdeki gezegen sistemlerinin sayısı: 297.000.000.000
Büyük bir yıldızda ekosfer (yaşam koşullarını sağlayacak uzaklıktaki kabuk) çok daha uzak olacaktır. Gezegenimiz dev yıldızın çevresinde, -Isaac ASIMOV'un örneğine göre- 366 milyar Km. uzakta olduğunu düşünürsek (Pluton'un Güneş'ten uzaklığının 62 katı) yıldız çevresindeki dolanımı 14.500 yıl olacaktır. Dairesel görünmeyecek kadar olan bu uzaklıktan bile Güneş'in dünyamıza verdiği kadar ısı ve ışık verecektir. Güneş'ten sönük görünmesine rağmen morötesi ve x-ışınlarının akışı yaşam için öldürücü olacaktır. Ayrıca, gezegenin konumu atmosferinin kalınlığını ayarlayarak çözümlenemeyecek bir sorun.
Bir yıldız, tüm varlığı süresince yaşam için elverişli değildir. Önce, nükleer
ateşlemelerin merkezinde başlayacağı noktaya dek yoğuşmalıdır, ancak ondan sonra yayınlamaya başlar. Sonuç olarak, yoğuşma dengeli bir safhaya ulaşır ve radyasyon, belli bir en üst sınıra vardıktan sonra orada kalır Buna yıldızın normal hali denir. Gördüğümüz yıldızların %98'i bu haldedir.Bir yıldız da ancak normal haldeyken yaşama hizmet edebilir. Güneş, normal hal süresinin henüz yarısını bile tamamlamamıştır.
Güneş'ten 70 kat büyük olan dev bir yıldız korkunç yerçekimine dayanabilmek için aşırı oranda hidrojen tüketecektir ve normal halde kalabilme süresi en çok 500.000 yıl sürecektir. Bu süre, insan ömrü için çok uzun olmakla birlikte yaşamın uygarlık düzeyine çıkabilmesi için bir gezegenin 5 milyar yıllık bir zamana gereksinimi vardır. Dolayısıyla Güneş'in 1,4 katından daha büyük kütleli bir yıldızın yaşamın gelişmesine hizmet edemeyeceği sonucuna varılabiilir.
Öte yandan Güneş'in 1/16'sı kadar olan cüce bir yıldız, (Jüpiter kütlesinin 65 katı ya da 150.000 Km çapında olacaktır) Dünyamızın, bu yıldızın merkezinden 300.000 Km. uzakta onun çevresinde döndüğünü varsayarsak, gezegenimizin bir yılı 1,1 saat kadar olacaktır. Alınan enerji biraz faklı olacak ancak bu yıldız, Dünya'dan Güneş'in 3.000 katı büyüklükte görünecektir! Hiç morötesi ışık veremeyecek olan bu cüce yıldız, pek az görünür ışık verecek ve enerjisinin çoğu kızılötesi ışık durumunda olacaktır. Güneş'in Dünya üzerindeki etkisinin, Ay'ın Dünya üzerindeki gelgit etkisinin %46'sı kadardır. Ancak bu cüce yıldızın kütlesinin, Güneş'in kütlesinin 1/16'sı kadar olmasına karşın, bunun yer üzerindeki gelgit etkisinin 150.000 katı olacaktır. Bu etkiyle cüce yıldızın ekosferindeki gezegenimiz sonunda dönüşünü durduracak ve bir yüzü tamamen yıldıza bakacaktır. Böylece gezegenin her iki yanında sıvı su kalmayacaktır.
Alacakaranlık kuşağında bile, yıldıza bakan yüzeyindeki sıcaklık dolayısıyla
atmosfer kaybolacak, yaşanmaz duruma gelecektir. Sonuç olarak M2 tayf
sınıfından küçük yıldızları (cüce yıldız) devre dışı bırakabiliriz.
O halde F2 (Güneş'in 1,4 katı) ve M2 (Güneş'in 0,33 katı) tayf sınıfları arasındaki yıldızların yaşam süresi zekanın oluşmasına fırsat verecek denli yeterlidir. Bu aralık içindeki yıldızlar "Güneşimsi Yıldızlar"dır ve galaksimizdeki oranı %25 kadardır.
III - Galaksimizdeki Güneşimsi yıldızların çevresinde dönen gezegen
sistemlerinin sayısı: 75.000.000.000*
Güneşimsi ikiz yıldızın birbirine yakın bir şekilde bulunması, herhangi birinin
çevresinde yerimsi bir gezegenin dolaşması şansını azaltır. Bugün ise beş hatta
altı yıldızlı sistemler bilinmektedir. Çoklu sistemlerin, yaşamın gelişmesine bir
katkısı olmayacaktır.
Eğer sistemimizin oluşumu sırasında Jüpiter'in kütlesi 65 kez daha çok olsaydı
bu kütle kaybı Güneş için pek önemli olmayacak, bugünkü görünümünü
koruyacaktı. Jüpiter de soluk kırmızı, cüce bir yıldız olacaktı ve böylece Güneş
de ikili bir sistemin parçasını oluşturacaktı.Galaksimizdeki yukarıda sözünü
ettiğimiz 75 milyar yıldızı gruplandırırsak;
30 milyarı (%40) tek yıldızdır.
25 milyarı (%33) cüce bir yıldızla ikiz oluşturur.
18 milyarı (%24) benzeriyle ikiz oluşturur.
2 milyarı (%3) dev bir yıldızla ikiz oluşturur.
Zekanın gelişmesi için gerekli yaşa ulaşmadan önce dev yıldız üstnova
durumunda patlayacağından bu 2 milyar yıldızı hesaptan çıkarmamız gerekir.
Eğer bir bulutsu iki yıldız durumunda yoğuşursa, iki yıldızın kalıntı maddeler
toplamakta tek yıldızdan daha etkin olabileceğini ileri sürebiliriz. Birinden
kaçacak olan gezegen maddesi, diğeri tarafından tutulacaktır. Dolayısıyla
sonunda iki yıldız oluşacak ancak hiç gezegen olmayacaktır. Robert S.
Harrington'un hesaplarına göre; eğer güneşimsi bir yıldız ikiz bir yıldızın bir
parçasıysa ve eğer aralarındaki uzaklık güneşimsi yıldızın ekosferinin en az 3,5
katıysa, o zaman yararlı bir ekosferdir. Yani bir gezegen, iki yıldızın ağırlık
merkezinden, bu iki yıldız arasındaki açıklığın 3,5 katı kadar uzakta bulunursa,
dengeli bir yörüngeye sahip olacaktır. Tek başına bütün güneşimsi yıldızların
yararlı ekosfere iye olduğunu varsayabiliriz (Yaklaşık 30 milyar yıldız).
Benzeriyle ikiz oluşturan güneşimsi yıldızların üçte biri (6 milyar), bir cüce
yıldızla ikiz oluşturan ikizlerin (cüce bir yıldızın gerek yerçekimi, gerekse
radyasyon açısından bir gezegen sistemini etkilemesi olasılığı çok düşük
olacağından) bu tür güneşimsi yıldızların üçte ikisi (16 milyar) yararlı ekosfere
sahiptir diyebiliriz. Buna göre;
IV - Galaksimizdeki yararlı ekosfere iye güneşimsi yıldızların sayısı: 52.000
Güneşimsi bir yıldız, yararlı bir ekosfere iye olabilir ama yine de yerimsi bir
gezegenin bu ekosfere dönmesi olanaklı olmayabilir. 15 mlyar yıl önceki
başlangıçta hidrojen ve az miktarda helyum vardı. Gazın hemen hemen tamamı,
ilk oluşan küçük ve orta boyutlu yıldızların çevresinde toplandığından, galaktik
merkezdeki yıldızlararası bölgelerde hemen hiç gaz yoktur. Galaksinin merkezi
bölgelerinin karakteristiği olan bu yıldızlar, II. yıldız topluluğu olarak
adlandırılırlar. Bu yıldızlar büyük miktarda hidrojenle az oranda helyumdan
oluşmuşlardır. Bu topluluk çevresinde oluşan gezegenler Jüpiter ve Satürn'e
benzeyecekler ama su, amonyak, ve metan ve diğer maddelerden yoksun
olacaklardır. Bu nedenle II. Yıldız topluluklarında yaşam için uygun gezegenlerin bulunması söz konusu değildir.
Dev yıldızlar bakımından varsıl ve merkezi bölgeye göre yıldızların daha geniş bir hacme gelişigüzel dağıldığı galaksi eteklerine I. Yıldız topluluğu (Galaksi'nin
bizim bölgemizdeki yıldızlar bu tiptedir.) adı verilir. Bu bölgeler, gaz ve toz
bulutları bakımından varsıldır. Burada oluşan dev yıldızlar, normal durumlarında
uzun süre kalmamışlardır. Gerçek devasalar birkaç yüz bin yıl, titanlar birkaç
milyon yıl, küçük devlerse bir milyar yıl ayakta kalmıştır. Oluşumundan beri
Galaksimizin eteklerinde 500 milyon üstnova patlaması oluşmuş olabilir. Bu
patlamalar, uzayı karmaşık elementler bakımından oldukça varsıllaştırmış,
yoğunluğu arttırmıştır. Ortaya çıkan kuvvetler, birtakım girdap ve sıkışmalar
yaratarak yeni bir yıldız ve yıldız grupları oluşumunu başlatmış olabilir. Eski bir
yıldızın ölümünden sonra ortaya çıkan bu yeni yıldızlar ikinci kuşak yıldızlar
olarak adlandırılır. 5 milyar yaşında olan Güneşimiz de ikinci kuşak
yıldızlarındandır. Yaşam oluşturabilecek güneşimsi yıldızlara bakarken, I. yıldız
topluluğunun ikinci kuşaktan olanlarını dikkate alacağız. Galaksi merkezinin
küçük bir kısmı dışındaki geniş dış bölgeler I. yıldız topluluğuna aittir.
Galaksideki yıldızların %80'i merkezde sıkışmıştır, geri kalan %20'sinin ancak
yarısı (toplamın %10'u) ikinci kuşak yıldızlardır. Ancak bunların çevresinde
dönen yerimsi gezegenler vardır:
V - Galakside yararlı ekosferi olan II. kuşaktan I. topluluk güneşimsi yıldızların
sayısı: 5.200.000.000
Gerekli olan, yalnızca yaşam oluşturacak bir yıldızın değil, aynı zamanda
üzerinde yaşam oluşacak bir gezegenin de bulunmasıdır. 5,2 milyar güneşimsi
yıldızın gezegenleri nerededir? Yıldızın sıvı suyun olabileceği ekosferinde hiçbir
gezegen bulunmayabilir. Küçük gezegenler yıldıza yakın, büyükleri ise daha
uzakta bulunurlar. NASA'dan Michael Hart'a göre, Güneş'in ekosferi 10 milyon Km. kalınlıkta olabilir ve Dünya'nın bu bölgede bulunması tam bir rastlantıdır. Bir gezegenin bu ekosfer içinde bulunma olasılığı kabaca 1,0'dir.
VI - Galakside yararlı ekosfere iye olan ve bu ekosfer içinde bir gezegeni
bulunan II. kuşaktan I. topluluk güneşimsi yıldızların sayısı: 2.600.000.000
Bir gezegenin, yıldızın ekosferi içinde olması yaşamın var olabileceği anlamına gelmemelidir. I. topluluk yıldızlarında bile hidrojen ve helyum dışındaki maddeler miktarca az olup büyük bir dünyanın oluşumunda kullanılamazlar. Bir gezegen, yaşamı sürdürebilmek için, bir atmosfer tutmaya yetecek ve bir yerçekimi alan üretecek kadar bir kütleye iye olmalıdır. Ekosfer dahilinde Yer'in 0,4 katı kadar bir kütle yeterli olabilecektir. Uygun yıldızları çevreleyen uygun ekosferlerdeki dünyaların yarısının -sistemimizin tüm evren için geçerli olduğunu düşünürsek- kütlece yaşanabilir olduğu sonucuna varılabilir. Böyle gezegenlerin gaz, sıvı ve katı durumunda yüzey sularına iye olma olasılıkları yüksektir, karakter olarak "yerimsi" olacaklardır.
VII - Galaksimizde yararlı bir ekosfere ve bu ekosfer içinde dönen "yerimsi" bir gezegene iye II. kuşaktan I. topluluk Güneşimsi yıldızların sayısı: 1.300.000.000
Bu koşullarda bile dış merkezli bir gezegen yaşam için uygun olmayacaktır.
Yine eğer gezegenin dönme ekseni, yıldız çevresinde dönüş düzlemine göre
aşırı yatıksa, aşırı koşullar yaşamın var olma şansını azaltacaktır. Atmosferin
kalınlığı ve geçirgenliği, gezegenin yıldız çevresinde dönüş hızı da önemli bir
etkendir. Sezgisel olarak her iki yerimsi gezegenden ancak birinin bütün önemli karakteristikleriyle yerimsi olduğunu varsayabiliriz. Gündüzler ve geceler makul uzunluktadır, mevsimler aşırılıklara kaymaz, okyanuslar ne çok geniş ne de çok dardır, yerkabuğu jeolojik olarak ne çok dengesiz ne de çok atıldır.
VIII - Galaksimizdeki yaşanabilir gezegenlerin sayısı: 650.000.000
Bu demektir ki Galaksimiz'
deki her 492 yıldızdan ancak
biri yaşanabilir bir gezegene
iyedir. Carl Sagan, Galakside
bir milyar kadar yaşanılabilir
gezegen bulunduğunu ileri
sürmüştür.
Yaşanılabilir gezegenler üzerindeki yaşam hakkında genelde akıllıca bir şeyler
söyleyebilmemiz için, yeryüzünde yaşamın nasıl oluştuğuna ilişkin akla yakın
bir şeyler söylemiz gerekir.
Kendiliğinden üreme diye bir şeyin var olmadığı ve insanların gözlediği kadarıyla bütün yaşamın daha önce var olan başka yaşamlardan kaynaklandığı anlaşılınca, yaşamın yeryüzü üzerinde ya da başka gezegenlerde nasıl kaynaklandığına karar vermek güçleşti. Moleküllerin rastlantısal çarpışmaları ve rastlantısal enerji absorbsiyonu sonucu
laboratuvarlarda oluşan değişimlerin, her zaman bildiğimiz yaşam doğrultusunda olması etkileyicidir. Bu deneyler (Stanley Lloyd Miller tarafından yaşayan dokuların şaşılacak kadar çeşitli temel molekülleri "kendiliğinden" üretildi.)
Yaşamın, bir takım kimyasal reaksiyonların sonucu olduğunu gösteriyordu ve yaşamın yeryüzünün ilk zamanlarında oluşmuş olması kaçınılmazdı. Aynı
şekilde göktaşı incelemeleri, genelde, laboratuvar çalışmalarını desteklemiş, her şeye karşın yaşamın doğal, normal, hatta kaçınılmaz bir olgu olduğunu
göstermiştir. Atomlar, en az şansa iye oldukları zaman bile, bizim yaşamımız
doğrultusunda bileşikler üretmek üzere bir araya gelme eğilimindedir. Yıldızlar
arası uzayda otuz kadar çeşitli türden moleküller saptanmıştır. Dış uzayda bile, oluşumun yönü, yaşam doğrultusunda görünmektedir. Yaşam, yeryüünün ilk zamanlarında kendiliğinden başladı ve kanıtlara göre, bu iş kolayca gerçekleşti.
Bu doğrultudaki reaksiyonlar kaçınılmazdı. Öyleyse yaşam, er ya da geç,
üzerinde yaşanılabilir bir başka gezegende de başlayacaktır.
En eski Kambriyum fosilleri 600 milyon yaşındadır ve bu rakam insanı yaşamın yaklaşık olarak bu zamanlarda başladığı varsayımına yöneltmektedir. Gezegenimizin 4,6 milyar yaşında olduğunu bildiğimize göre, demek ki Dünya 4 milyar yıl boyunca yaşamsız var olmuştur. Amerikalı botanikçi Elso Sterreberg Barghoorn 1960'larda çok eski kayalar üzerinde çalışırken belli belirsiz karbon izleriyle karşılaştı ve araştırma sonucu bunların mikroskopik canlıların kalıntıları olduğunu gördü. Bu yaşamın bulanık kanıtları 3,7 milyar yıl öncesine dayanmaktadır. Yaklaşık olarak dünyamız 1 milyar yaşındayken yaşamın başlamış olabileceği sonucuna varabiliriz.
Güneş'in normal durumunda kalış süresi 12 milyar yıldır ve bu sayıyı güneşimsi yıldızlar için ortalama bir değer olarak alabiliriz. Eğer yaşam Dünya' da bir milyar yıl sonra göründüyse, demek ki tüm yaşam süresinin (12 milyar yıl) ancak %8'i geçtikten sonra başlamıştır. O nedenle üzerinde oturulabilir gezegenlerin, yaşam sürelerinin %8'i geçtikten sonra yaşam sahibi olabileceklerini söyleyebiliriz.
O ve B tayf türü dev yıldızlar yaklaşık bir milyar yıl kadar sonra oluşmuşlardır. Aksi durumda şimdi, normal durumlarında kalamazlardı. Eğer yıldızlar son bir milyar yıl içinde oluşmuşlarsa, bu süre içinde oluşum durumundaydılar ve oluşmaktalar... 1940'larda Hollanda asıllı Amerikalı gökbilimci Bart Jan Bok galaksi eteklerinde az çok küresel biçimde bazı donuk, yoğun ve tek başına duran toz bulutlarına dikkatleri çekti. Bu bulutların yıldızlar ve gezegen sistemleri şeklinde yoğuşmakta olduğunu ileri sürdü. Sagan galaksimizde her yıl ortalama on yıldız doğduğunu kestirmişti. Öyleyse belli bir oranda yıldız oluştuğunu varsayarak; üzerinde yaşanabilir gezegenlerin yüzde x'i henüz yaşamlarının %x'ini harcamamışlardır. Buna göre, üzerinde yaşanabilir gezegenlerin %8'i ömürlerinin, üzerinde yaşam oluşması için gerekli olan %8'lik kısmını harcamıştır. Daha doğrusu bir milyar yıldan daha gençtir. Buna karşılık üzerinde yaşanabilir gezegenlerin yüzde 92'si, üzerlerinde yaşam gelişmiş olabilecek kadar yaşlıdır.
IX - Galaksimizde üzerinde yaşam bulunan gezegenlerin sayısı: 600.000.000
Yaşamın yeryüzünde varolduğu ilk 2 milyar yıl süresince, egemen
türler bakteriler ve mavi-yeşil deniz yosunları olmuştur. Bu canlıların
kimyasını ve üremesini denetleyen DNA molekülleri içeren açık seçik
çekirdekleri bile yoktur. Evrim yavaş da ilerlese 1,5 milyar yıl kadar
önce, yeryüzünde 2 milyar yıldır yaşam varken ilk çekirdekli hücreler
ortaya çıktı. Bunlar büyük hücrelerdi, daha yeterli bir kimyaları vardı
ve öncekilere göre daha büyük oranda fotosentez yapabilme
yeteneğine iyeydi. 700 milyon yıl önce, yaşamın yeryüzünde 3 milyar
yıldan beri var olduğu sıralarda, atmosferde %5 oksijen bulunuyordu.
Organik bir bileşiğin oksijenle birleşmesinden açığa çıkan enerji, aynı miktardaki
maddenin oksijen kullanmadan parçalanmasıyla açığa çıkan enerjinin yirmi
katıdır. Hücreler gruplaşarak organizmalar oluştu. Böylece çok hücreli
organizmalar gelişti ve bunları desteklemek için sert dokular oluştu. Bunlar
kolayca fosilleşebiliyordu. Zamanımızdan 600 milyon yıl önce karmaşık ve ileri düzeyde çokhücreli yaşam serpilmişti. 4 milyar yıl, yani Yeryüzü'nün tüm ömrünün 1/3'i geçmeden bu tür karmaşık canlılar ortaya çıkmadı. Eğer bu, yerimsi gezegenlerin bir özelliği ise, gezegenlerin üçte biri, tek hücreli yaşamadan daha çoğuna iye olamayacak kadar gençtir. Kalan 2/3'si karmaşık ve çeşitli çokhücreli yaşama iyedir.
X - Galaksimizde çokhücreli yaşama iye gezegenlerin sayısı: 433.000.000
Bizler zeki yaşam aradığımıza göre bu sayı yeterli değildir. Yaklaşık 370 milyon
yıl önce ilk bitkiler karaları istila etti. 4,25 milyar yıl boyunca ıssız ve ölü kalmış
olan kara, kıyılarından yeşermeye başladı. Onlarca milyon yıl daha sonra
bitkileri hayvanlar izledi. Böcekler ve örümceklerden sonra sümüklüböcek ve
kurtlar ortaya çıktı. İlkel sürüngenler (ilk omurgalılar) tümüyle kara hayvanları
olarak 275 milyon yıl önce oluştu. Bir başka deyişle Yeryüzü, ömrünün %36'sını yaşamış olduğu zaman varsıl bir yaşam ortaya çıktı. Öyleyse diyebiliriz ki, üzerinde yaşanabilir gezegenlerin %64'ü varsıl bir kara yaşamına iyedir.
XI - Galaksimizde varsıl bir kara yaşamına iye olan gezegenlerin sayısı:
416.000.000
~180 milyon yıl önce ortaya çıkan ilk memeliler, sürüngenlere göre daha
zekiydi. 75 milyon yıl öncesinde gözleri ve beyinleri gelişen primatlar, 35 milyon yıl öncesinde iki gruba ayrılarak küçük maymunlar ve lemurlar ile gelişmiş beyinli iri maymunlar oluştu. Yine yaklaşık 600.000 yıl önce Homo Sapien gelişti ve 5.000 yıl kadar önce insanoğlu yazıyı buldu. Böylece yazılı tarih başlayarak Dünya'nın bazı bölgelerinde uygarlık çiçeklendi.
Uygarlık ortaya çıktığında Dünya, 4,6 milyar yaşındaydı ve ömrünün yaklaşık
%40'ını tamamlamıştı. Üzerinde yaşanabilir gezegenlerin %40'ının uygarlık
geliştirebilecek kadar yaşlı olmadığı, %60'ının ise yeterince yaşlı olduğu
anlamına gelir.
XII - Galaksimizde teknolojik uygarlığın gelişmiş olduğu gezegenlerin sayısı:
390.000.000
Uygarlığımız 5.000 yıl sürmüştür. İyimser bir şekilde Dünya durdukça bir 7,4
milyar yıllık süre içinde teknoloji düzeyimiz daha da gelişecektir. Uzay uçuşları
gelişmeden önce uygarlığın ancak 1/1.500.000'i geçmekte ve geri kalan süre
teknolojik düzeyin daha da gelişmesi içindir. Bir başka deyişle; Galaksimizdeki
390 milyon uygarlıktan ancak 260'ı bizim kadar ilkel geri kalanları daha ileri
düzeydedir. Eğer bu 390 milyon uygarlık galaksinin I. topluluk yıldızlarına
düzgün bir şekilde dağılmışsa, iki komşu uygarlık arasındaki uzaklık ortalama
40 IY olacaktır.
Uygarlık doğar, teknolojk ilerleme nükleer bomba düzeyine gelinceye kadar
hızlanır ve bir patlamayla ya da bir ıstırapla sona erer. Kendi durumumuzu kıstas alarak diyelim ki üzerinde yaşanabilecek 12x109 yıl ömürlü her gezegende zeki türler 4,6 milyar yıl sonra ortaya çıkar, 600.000 yıl boyunca yavaş yavaş bir uygarlık oluşturur ve bu uygarlık birdenbire sona erer. Gezegen, üzerinde artık uygarlık oluşamayacak şekilde tahrip olmuştur. 600.000, 12 milyarın 1/20.000'i olduğundan Galaksimizde 650 milyon yaşanılabilir gezegeni 20.000'e bölersek, bunlardan ancak 32.500'ünün 600.000 yıl periyodunda ve Homo sapiens 'e eşdeğer zekada bir türü gelişmekte olduğunu buluruz.
İlk uygarlığın doğuşundan sonra uygarlığın Yeryüzü gibi bir gezegende kalma
süresi, gezegenin yaşama evsahipliği etme süresinin 1/740'i kadarıdır. Bu
demektir ki her 570 bin yıldızdan ancak bugün biri var olan uygarlığın üzerinde
parlamaktadır.
Güneş sisteminde, Dünya'dan başka bir gezegende teknolojik bir uygarlık
bulunabilmesi olasılığı hemen hemen sıfırdır. Ancak Güneş sistemi, tüm evren
demek değildir. O zaman daha ötelere bakmak gerekir.
Açık uzayda, yoğuşmuş enerji alanları ya da canlı toz ve gaz bulutları şeklinde bir yaşam var olabileceğini düşünebiliriz. Böyle bir kanıt olmamakla birlikte yaşamın yalnızca yıldızlardan daha düşük sıcaklıklardaki katı gezegenler de bulunabileceğini kabul etmek zorundayız.
Deneyler sonucu; gökcisimlerinin boyutları küçüldükçe sayılarının arttığı
görülmüştür. Buradan yola çıkarak tutuşamayacak kadar büyük kütleye sahip olan yıldızlardan çok fazla olduğunu savlayabilir miyiz? Bunlar doğal olarak parlamadıklarından saptanamadan kalmıştır. Ama eğer var ise, Jüpiter'den küçücük astroidlere dek boy boy altyıldız bulunduğunu düşünmek mantıklıdır. Büyük yıldızların çevresinde, Jüpiter'in ve Güneş sistemimizdeki diğer dev gezegenlerin olduğu gibi, küçük yıldızlar bulunduğunu da düşünebiliriz.
Altyıldızlarda yaşam oluşmuş olabilir mi?
Yaşam için vazgeçilmez koşulların birincisi serbest sıvı (tercihan su), ikincisi de organik bileşiklerdir. Üçüncü bir gereksinme enerjidir. Çünkü enerji, başlangıçta var olan su, amonyak ve metan gibi küçük moleküllerden organik bileşikleri oluşturmak için gereklidir.
Bu altyıldızlarda enerji nereden gelebilir?
Bir gök cisminin oluşurken yoğuşması sırasında içsel hareketler yerçekimsel alanda elde edilen kinetik enerjiyi temsil eder. Çarpışma ve birleşmelerle hareket durunca, kinetik enerji ısıya dönüşür. Bu nedenle tüm büyük gök
cisimlerinin merkezleri sıcaktır. (Dünya'nın ~5.0000C)
Kütle büyüdükçe, yerçekimsel alanı şiddetlendikçe, kinetik enerji de, ısı da, iç sıcaklık da artar (Jüpiter:54.0000C)
Yerimsi bir gök cismi, uzayda ister bağımsız, isterse bir yıldızın çevresinde
dönüyor olsun, Ganymede ya da Callisto gibi bir dünya olmak eğiliminde
olacaktır. İç ısıya sahip olacak ama dış tabakaların koruyucu etkisiyle fazla ısı kaybına neden olmayacak. Sonuç olarak Yer soğumaktadır ve bugünkü iç ısısını 4,6 milyar yıldır korumaktadır.
Dünya'dan daha küçük altyıldızlar daha az iç ısıya iye ve büyük olasılıkla daha çok buzlu olacaklardır. Birbirinden ayrı enerji kaynakları daha az bulunacak ve iç okyanusları daha küçük olacaktır.
Yıldızdan çok uzakta bulunan soğuk olmasına karşın pek az ya da hiç uçucu
madde tutamayacak kadar küçük olan bir gökcismi ise kayadan, metalden ya
da her ikisinin karışımından oluşan asteroid benzeri bir yapıya iye olacaklardır.
Dünya'dan daha büyük olan ve dolayısıyla daha büyük ve şiddetli iç ısı kaynaklarına iye olan altyıldızlar Jüpiter benzeri bir bir gökcismi olacaktır. Böyle bir yıldız kesinlikle büyük oranda uçucu maddelerden (H ve He) ibaret olacak ve yüksek iç ısı gezegeni tümüyle sıvı duruma getirecektir ki, bırakın teknolojik uygarlığı, zeki bir yaşam en çok yunusların türünden bir yaşam olacaktır.
Teknolojik bir uygarlık için hem okyanusları, hem de karaları olan katı bir
gezegene gereksinim vardır. Böyle bir gezegenin yakınında yaşam için gerekli
enerjiyi temin edecek bir yıldızın bulunması gerekmektedir.
İnce kenarlı mercek biçimindeki galaksimizin yarıçapı 50.000 IY(*) Güneş ise merkezden 27.000 IY uzaktaydı (Robert Julius, 1886-1956) 1998 Mart ayında gerçekleştirilen ince hesaplar sonucunda bu uzaklığın 23.000 IY olduğu saptandı.
Galaksinin kütlesi kesinlikle Güneş'in 100 milyar katından fazladır ve bazı
tahminlere göre 200 milyardır. Orta bir sayı elde etmek için Galaksi kütlesinin
Güneş'in kütlesinin 160 milyar katı olduğunu söyleyebiliriz.
Galaksinin kütlesi;
1.yıldızlar,
2.aydınlık olmayan gezegensel gökcisimleri,
3.toz ve gaz bulutlarından oluşur.
2 ve 3 no.lu gökcisimlerinin kütleleri çok düşüktür. Galaksideki yıldızların
kütlesi, toplam kütlenin %94'ünü oluşturduklarını söyleyebiliriz. (Örneğin:
Güneş'in kütlesi, Güneş sisteminin %99,86'sıdır.) Galaksideki yıldızların
kütlesini, Güneş kütlesinin 150 milyar katına eşit olduğunu varsayabiliriz. Güneş ortalama bir yıldızdır (Bkz.Yıldızların Sınıflandırılması) Ancak gökcisimleri küçüldükçe olası sayıları da artacağından ortalama yıldız kütlesi, Güneş'in kütlesinin yarısı kadarsa, Galaksimizde 300 milyar yıldız bulunmaktadır. Her gördüğümüz yıldıza karşılık gözle göremediğimiz 50 milyon yıldız vardır.
Lokal Grup adı verilen "galaktik küme"de (Samanyolu, Andromeda, Macellan Bulutları) ~1,5 trilyon yıldız bulunabilir. (3 milyon IY'da) 1milyar IY ötelere kadar bu sayı 1 milyarı bulur. Son incelemelere göre evrenin yaklaşık 15 milyar yıllık olduğu belirlenmiştir. Bundan dolayı, gözlemlenebilir evrende 200 milyar galaksi bulunabilir.
Orta boyutta bir galaksi olan Samanyolu'ndan 100 kat daha fazla kütleye iye
galaksiler bulunduğu gibi, yüzbinde biri kadar olan galaksiler de vardır. Ortalama bir galakside 1010 yıldız olduğunu varsayabilriz. Demek ki gözlemlenebilir evren içinde 2x1021 yıldız var demektir. Buna göre milyarda bir teknolojik uygarlığın var olma olasılığı böyle bir evrende 2 trilyon farklı uygarlığın var olacağı anlamına gelmektedir.
Daha önce sözünü ettiğimiz sayıyla başlarsak:
I - Galaksimizdeki yıldızların sayısı:
320.000.000.000
Tek başına yıldız, yaşamın varlığını garanti edemez. Bunun için yıldız yakınında bir gezegen bulunmalıdır. Yıldız tarafından enerji verilen ve ısıtılan bu gezegende yaşam var olabilir.
Onun için gezegen sistemini dikkate almalıyız. Güneş sistemimizin nasıl
oluştuğunu saptayabilirsek, diğer gezegen sistemlerinin nasıl oluştukları
konusunda bir takım sonuçlar çıkarabiliriz. Nebula hipotezine göre, her yıldızın bir gezegen sistemi olacaktır.
Açısal momentum, ayrık bir gökcisminin ya da bir sistemin dönme eğiliminin bir ölçüsüdür. Açısal momentum iki şeye bağlıdır: Maddesel noktanın bir eksen ya da bir cisim çerçevesinde dönüş hızına ve dönüş merkezine olan uzaklığına. Bu sabite, açısal momentumun sakınımı yasası denir. Bu yasaya göre, uzaklık küçüldükçe, dönme hızı artar ya da uzaklık büyüdükçe, hız küçülür.
Güneş, sistemin açısal momentumunun %2'sine iyedir. Geri kalanı sistemdeki
diğer cisimlerde bulunmaktadır. %60'ı Jüpiter, %25' Satürn'e aittir.Eğer
sistemdeki tüm gökcisimlerinin açısal momentumları Güneş'e eklenirse açısal
momentumun sakınımı yasasına göre- Güneş, ekseni çevresindeki dönüşünü
yarım günde tamamlayacaktı!
Salınım yapan her yıldızın gezegenleri olduğunu ileri sürmek ne derece
doğrudur? Sirius'un salınımı, Güneş'e benzer bir yıldızdan kaynaklanır. 61 Cygni, Barnard, Ross 614 ve Lalande 21185 'te salınımlar gözlendi. Gezegen sistemlerini tüm yıldızların %93'ünü ağır dönen yıldızlarla sınırlayacak olursak:
II - Galaksimizdeki gezegen sistemlerinin sayısı: 297.000.000.000
Büyük bir yıldızda ekosfer (yaşam koşullarını sağlayacak uzaklıktaki kabuk) çok daha uzak olacaktır. Gezegenimiz dev yıldızın çevresinde, -Isaac ASIMOV'un örneğine göre- 366 milyar Km. uzakta olduğunu düşünürsek (Pluton'un Güneş'ten uzaklığının 62 katı) yıldız çevresindeki dolanımı 14.500 yıl olacaktır. Dairesel görünmeyecek kadar olan bu uzaklıktan bile Güneş'in dünyamıza verdiği kadar ısı ve ışık verecektir. Güneş'ten sönük görünmesine rağmen morötesi ve x-ışınlarının akışı yaşam için öldürücü olacaktır. Ayrıca, gezegenin konumu atmosferinin kalınlığını ayarlayarak çözümlenemeyecek bir sorun.
Bir yıldız, tüm varlığı süresince yaşam için elverişli değildir. Önce, nükleer
ateşlemelerin merkezinde başlayacağı noktaya dek yoğuşmalıdır, ancak ondan sonra yayınlamaya başlar. Sonuç olarak, yoğuşma dengeli bir safhaya ulaşır ve radyasyon, belli bir en üst sınıra vardıktan sonra orada kalır Buna yıldızın normal hali denir. Gördüğümüz yıldızların %98'i bu haldedir.Bir yıldız da ancak normal haldeyken yaşama hizmet edebilir. Güneş, normal hal süresinin henüz yarısını bile tamamlamamıştır.
Güneş'ten 70 kat büyük olan dev bir yıldız korkunç yerçekimine dayanabilmek için aşırı oranda hidrojen tüketecektir ve normal halde kalabilme süresi en çok 500.000 yıl sürecektir. Bu süre, insan ömrü için çok uzun olmakla birlikte yaşamın uygarlık düzeyine çıkabilmesi için bir gezegenin 5 milyar yıllık bir zamana gereksinimi vardır. Dolayısıyla Güneş'in 1,4 katından daha büyük kütleli bir yıldızın yaşamın gelişmesine hizmet edemeyeceği sonucuna varılabiilir.
Öte yandan Güneş'in 1/16'sı kadar olan cüce bir yıldız, (Jüpiter kütlesinin 65 katı ya da 150.000 Km çapında olacaktır) Dünyamızın, bu yıldızın merkezinden 300.000 Km. uzakta onun çevresinde döndüğünü varsayarsak, gezegenimizin bir yılı 1,1 saat kadar olacaktır. Alınan enerji biraz faklı olacak ancak bu yıldız, Dünya'dan Güneş'in 3.000 katı büyüklükte görünecektir! Hiç morötesi ışık veremeyecek olan bu cüce yıldız, pek az görünür ışık verecek ve enerjisinin çoğu kızılötesi ışık durumunda olacaktır. Güneş'in Dünya üzerindeki etkisinin, Ay'ın Dünya üzerindeki gelgit etkisinin %46'sı kadardır. Ancak bu cüce yıldızın kütlesinin, Güneş'in kütlesinin 1/16'sı kadar olmasına karşın, bunun yer üzerindeki gelgit etkisinin 150.000 katı olacaktır. Bu etkiyle cüce yıldızın ekosferindeki gezegenimiz sonunda dönüşünü durduracak ve bir yüzü tamamen yıldıza bakacaktır. Böylece gezegenin her iki yanında sıvı su kalmayacaktır.
Alacakaranlık kuşağında bile, yıldıza bakan yüzeyindeki sıcaklık dolayısıyla
atmosfer kaybolacak, yaşanmaz duruma gelecektir. Sonuç olarak M2 tayf
sınıfından küçük yıldızları (cüce yıldız) devre dışı bırakabiliriz.
O halde F2 (Güneş'in 1,4 katı) ve M2 (Güneş'in 0,33 katı) tayf sınıfları arasındaki yıldızların yaşam süresi zekanın oluşmasına fırsat verecek denli yeterlidir. Bu aralık içindeki yıldızlar "Güneşimsi Yıldızlar"dır ve galaksimizdeki oranı %25 kadardır.
III - Galaksimizdeki Güneşimsi yıldızların çevresinde dönen gezegen
sistemlerinin sayısı: 75.000.000.000*
Güneşimsi ikiz yıldızın birbirine yakın bir şekilde bulunması, herhangi birinin
çevresinde yerimsi bir gezegenin dolaşması şansını azaltır. Bugün ise beş hatta
altı yıldızlı sistemler bilinmektedir. Çoklu sistemlerin, yaşamın gelişmesine bir
katkısı olmayacaktır.
Eğer sistemimizin oluşumu sırasında Jüpiter'in kütlesi 65 kez daha çok olsaydı
bu kütle kaybı Güneş için pek önemli olmayacak, bugünkü görünümünü
koruyacaktı. Jüpiter de soluk kırmızı, cüce bir yıldız olacaktı ve böylece Güneş
de ikili bir sistemin parçasını oluşturacaktı.Galaksimizdeki yukarıda sözünü
ettiğimiz 75 milyar yıldızı gruplandırırsak;
30 milyarı (%40) tek yıldızdır.
25 milyarı (%33) cüce bir yıldızla ikiz oluşturur.
18 milyarı (%24) benzeriyle ikiz oluşturur.
2 milyarı (%3) dev bir yıldızla ikiz oluşturur.
Zekanın gelişmesi için gerekli yaşa ulaşmadan önce dev yıldız üstnova
durumunda patlayacağından bu 2 milyar yıldızı hesaptan çıkarmamız gerekir.
Eğer bir bulutsu iki yıldız durumunda yoğuşursa, iki yıldızın kalıntı maddeler
toplamakta tek yıldızdan daha etkin olabileceğini ileri sürebiliriz. Birinden
kaçacak olan gezegen maddesi, diğeri tarafından tutulacaktır. Dolayısıyla
sonunda iki yıldız oluşacak ancak hiç gezegen olmayacaktır. Robert S.
Harrington'un hesaplarına göre; eğer güneşimsi bir yıldız ikiz bir yıldızın bir
parçasıysa ve eğer aralarındaki uzaklık güneşimsi yıldızın ekosferinin en az 3,5
katıysa, o zaman yararlı bir ekosferdir. Yani bir gezegen, iki yıldızın ağırlık
merkezinden, bu iki yıldız arasındaki açıklığın 3,5 katı kadar uzakta bulunursa,
dengeli bir yörüngeye sahip olacaktır. Tek başına bütün güneşimsi yıldızların
yararlı ekosfere iye olduğunu varsayabiliriz (Yaklaşık 30 milyar yıldız).
Benzeriyle ikiz oluşturan güneşimsi yıldızların üçte biri (6 milyar), bir cüce
yıldızla ikiz oluşturan ikizlerin (cüce bir yıldızın gerek yerçekimi, gerekse
radyasyon açısından bir gezegen sistemini etkilemesi olasılığı çok düşük
olacağından) bu tür güneşimsi yıldızların üçte ikisi (16 milyar) yararlı ekosfere
sahiptir diyebiliriz. Buna göre;
IV - Galaksimizdeki yararlı ekosfere iye güneşimsi yıldızların sayısı: 52.000
Güneşimsi bir yıldız, yararlı bir ekosfere iye olabilir ama yine de yerimsi bir
gezegenin bu ekosfere dönmesi olanaklı olmayabilir. 15 mlyar yıl önceki
başlangıçta hidrojen ve az miktarda helyum vardı. Gazın hemen hemen tamamı,
ilk oluşan küçük ve orta boyutlu yıldızların çevresinde toplandığından, galaktik
merkezdeki yıldızlararası bölgelerde hemen hiç gaz yoktur. Galaksinin merkezi
bölgelerinin karakteristiği olan bu yıldızlar, II. yıldız topluluğu olarak
adlandırılırlar. Bu yıldızlar büyük miktarda hidrojenle az oranda helyumdan
oluşmuşlardır. Bu topluluk çevresinde oluşan gezegenler Jüpiter ve Satürn'e
benzeyecekler ama su, amonyak, ve metan ve diğer maddelerden yoksun
olacaklardır. Bu nedenle II. Yıldız topluluklarında yaşam için uygun gezegenlerin bulunması söz konusu değildir.
Dev yıldızlar bakımından varsıl ve merkezi bölgeye göre yıldızların daha geniş bir hacme gelişigüzel dağıldığı galaksi eteklerine I. Yıldız topluluğu (Galaksi'nin
bizim bölgemizdeki yıldızlar bu tiptedir.) adı verilir. Bu bölgeler, gaz ve toz
bulutları bakımından varsıldır. Burada oluşan dev yıldızlar, normal durumlarında
uzun süre kalmamışlardır. Gerçek devasalar birkaç yüz bin yıl, titanlar birkaç
milyon yıl, küçük devlerse bir milyar yıl ayakta kalmıştır. Oluşumundan beri
Galaksimizin eteklerinde 500 milyon üstnova patlaması oluşmuş olabilir. Bu
patlamalar, uzayı karmaşık elementler bakımından oldukça varsıllaştırmış,
yoğunluğu arttırmıştır. Ortaya çıkan kuvvetler, birtakım girdap ve sıkışmalar
yaratarak yeni bir yıldız ve yıldız grupları oluşumunu başlatmış olabilir. Eski bir
yıldızın ölümünden sonra ortaya çıkan bu yeni yıldızlar ikinci kuşak yıldızlar
olarak adlandırılır. 5 milyar yaşında olan Güneşimiz de ikinci kuşak
yıldızlarındandır. Yaşam oluşturabilecek güneşimsi yıldızlara bakarken, I. yıldız
topluluğunun ikinci kuşaktan olanlarını dikkate alacağız. Galaksi merkezinin
küçük bir kısmı dışındaki geniş dış bölgeler I. yıldız topluluğuna aittir.
Galaksideki yıldızların %80'i merkezde sıkışmıştır, geri kalan %20'sinin ancak
yarısı (toplamın %10'u) ikinci kuşak yıldızlardır. Ancak bunların çevresinde
dönen yerimsi gezegenler vardır:
V - Galakside yararlı ekosferi olan II. kuşaktan I. topluluk güneşimsi yıldızların
sayısı: 5.200.000.000
Gerekli olan, yalnızca yaşam oluşturacak bir yıldızın değil, aynı zamanda
üzerinde yaşam oluşacak bir gezegenin de bulunmasıdır. 5,2 milyar güneşimsi
yıldızın gezegenleri nerededir? Yıldızın sıvı suyun olabileceği ekosferinde hiçbir
gezegen bulunmayabilir. Küçük gezegenler yıldıza yakın, büyükleri ise daha
uzakta bulunurlar. NASA'dan Michael Hart'a göre, Güneş'in ekosferi 10 milyon Km. kalınlıkta olabilir ve Dünya'nın bu bölgede bulunması tam bir rastlantıdır. Bir gezegenin bu ekosfer içinde bulunma olasılığı kabaca 1,0'dir.
VI - Galakside yararlı ekosfere iye olan ve bu ekosfer içinde bir gezegeni
bulunan II. kuşaktan I. topluluk güneşimsi yıldızların sayısı: 2.600.000.000
Bir gezegenin, yıldızın ekosferi içinde olması yaşamın var olabileceği anlamına gelmemelidir. I. topluluk yıldızlarında bile hidrojen ve helyum dışındaki maddeler miktarca az olup büyük bir dünyanın oluşumunda kullanılamazlar. Bir gezegen, yaşamı sürdürebilmek için, bir atmosfer tutmaya yetecek ve bir yerçekimi alan üretecek kadar bir kütleye iye olmalıdır. Ekosfer dahilinde Yer'in 0,4 katı kadar bir kütle yeterli olabilecektir. Uygun yıldızları çevreleyen uygun ekosferlerdeki dünyaların yarısının -sistemimizin tüm evren için geçerli olduğunu düşünürsek- kütlece yaşanabilir olduğu sonucuna varılabilir. Böyle gezegenlerin gaz, sıvı ve katı durumunda yüzey sularına iye olma olasılıkları yüksektir, karakter olarak "yerimsi" olacaklardır.
VII - Galaksimizde yararlı bir ekosfere ve bu ekosfer içinde dönen "yerimsi" bir gezegene iye II. kuşaktan I. topluluk Güneşimsi yıldızların sayısı: 1.300.000.000
Bu koşullarda bile dış merkezli bir gezegen yaşam için uygun olmayacaktır.
Yine eğer gezegenin dönme ekseni, yıldız çevresinde dönüş düzlemine göre
aşırı yatıksa, aşırı koşullar yaşamın var olma şansını azaltacaktır. Atmosferin
kalınlığı ve geçirgenliği, gezegenin yıldız çevresinde dönüş hızı da önemli bir
etkendir. Sezgisel olarak her iki yerimsi gezegenden ancak birinin bütün önemli karakteristikleriyle yerimsi olduğunu varsayabiliriz. Gündüzler ve geceler makul uzunluktadır, mevsimler aşırılıklara kaymaz, okyanuslar ne çok geniş ne de çok dardır, yerkabuğu jeolojik olarak ne çok dengesiz ne de çok atıldır.
VIII - Galaksimizdeki yaşanabilir gezegenlerin sayısı: 650.000.000
Bu demektir ki Galaksimiz'
deki her 492 yıldızdan ancak
biri yaşanabilir bir gezegene
iyedir. Carl Sagan, Galakside
bir milyar kadar yaşanılabilir
gezegen bulunduğunu ileri
sürmüştür.
Yaşanılabilir gezegenler üzerindeki yaşam hakkında genelde akıllıca bir şeyler
söyleyebilmemiz için, yeryüzünde yaşamın nasıl oluştuğuna ilişkin akla yakın
bir şeyler söylemiz gerekir.
Kendiliğinden üreme diye bir şeyin var olmadığı ve insanların gözlediği kadarıyla bütün yaşamın daha önce var olan başka yaşamlardan kaynaklandığı anlaşılınca, yaşamın yeryüzü üzerinde ya da başka gezegenlerde nasıl kaynaklandığına karar vermek güçleşti. Moleküllerin rastlantısal çarpışmaları ve rastlantısal enerji absorbsiyonu sonucu
laboratuvarlarda oluşan değişimlerin, her zaman bildiğimiz yaşam doğrultusunda olması etkileyicidir. Bu deneyler (Stanley Lloyd Miller tarafından yaşayan dokuların şaşılacak kadar çeşitli temel molekülleri "kendiliğinden" üretildi.)
Yaşamın, bir takım kimyasal reaksiyonların sonucu olduğunu gösteriyordu ve yaşamın yeryüzünün ilk zamanlarında oluşmuş olması kaçınılmazdı. Aynı
şekilde göktaşı incelemeleri, genelde, laboratuvar çalışmalarını desteklemiş, her şeye karşın yaşamın doğal, normal, hatta kaçınılmaz bir olgu olduğunu
göstermiştir. Atomlar, en az şansa iye oldukları zaman bile, bizim yaşamımız
doğrultusunda bileşikler üretmek üzere bir araya gelme eğilimindedir. Yıldızlar
arası uzayda otuz kadar çeşitli türden moleküller saptanmıştır. Dış uzayda bile, oluşumun yönü, yaşam doğrultusunda görünmektedir. Yaşam, yeryüünün ilk zamanlarında kendiliğinden başladı ve kanıtlara göre, bu iş kolayca gerçekleşti.
Bu doğrultudaki reaksiyonlar kaçınılmazdı. Öyleyse yaşam, er ya da geç,
üzerinde yaşanılabilir bir başka gezegende de başlayacaktır.
En eski Kambriyum fosilleri 600 milyon yaşındadır ve bu rakam insanı yaşamın yaklaşık olarak bu zamanlarda başladığı varsayımına yöneltmektedir. Gezegenimizin 4,6 milyar yaşında olduğunu bildiğimize göre, demek ki Dünya 4 milyar yıl boyunca yaşamsız var olmuştur. Amerikalı botanikçi Elso Sterreberg Barghoorn 1960'larda çok eski kayalar üzerinde çalışırken belli belirsiz karbon izleriyle karşılaştı ve araştırma sonucu bunların mikroskopik canlıların kalıntıları olduğunu gördü. Bu yaşamın bulanık kanıtları 3,7 milyar yıl öncesine dayanmaktadır. Yaklaşık olarak dünyamız 1 milyar yaşındayken yaşamın başlamış olabileceği sonucuna varabiliriz.
Güneş'in normal durumunda kalış süresi 12 milyar yıldır ve bu sayıyı güneşimsi yıldızlar için ortalama bir değer olarak alabiliriz. Eğer yaşam Dünya' da bir milyar yıl sonra göründüyse, demek ki tüm yaşam süresinin (12 milyar yıl) ancak %8'i geçtikten sonra başlamıştır. O nedenle üzerinde oturulabilir gezegenlerin, yaşam sürelerinin %8'i geçtikten sonra yaşam sahibi olabileceklerini söyleyebiliriz.
O ve B tayf türü dev yıldızlar yaklaşık bir milyar yıl kadar sonra oluşmuşlardır. Aksi durumda şimdi, normal durumlarında kalamazlardı. Eğer yıldızlar son bir milyar yıl içinde oluşmuşlarsa, bu süre içinde oluşum durumundaydılar ve oluşmaktalar... 1940'larda Hollanda asıllı Amerikalı gökbilimci Bart Jan Bok galaksi eteklerinde az çok küresel biçimde bazı donuk, yoğun ve tek başına duran toz bulutlarına dikkatleri çekti. Bu bulutların yıldızlar ve gezegen sistemleri şeklinde yoğuşmakta olduğunu ileri sürdü. Sagan galaksimizde her yıl ortalama on yıldız doğduğunu kestirmişti. Öyleyse belli bir oranda yıldız oluştuğunu varsayarak; üzerinde yaşanabilir gezegenlerin yüzde x'i henüz yaşamlarının %x'ini harcamamışlardır. Buna göre, üzerinde yaşanabilir gezegenlerin %8'i ömürlerinin, üzerinde yaşam oluşması için gerekli olan %8'lik kısmını harcamıştır. Daha doğrusu bir milyar yıldan daha gençtir. Buna karşılık üzerinde yaşanabilir gezegenlerin yüzde 92'si, üzerlerinde yaşam gelişmiş olabilecek kadar yaşlıdır.
IX - Galaksimizde üzerinde yaşam bulunan gezegenlerin sayısı: 600.000.000
Yaşamın yeryüzünde varolduğu ilk 2 milyar yıl süresince, egemen
türler bakteriler ve mavi-yeşil deniz yosunları olmuştur. Bu canlıların
kimyasını ve üremesini denetleyen DNA molekülleri içeren açık seçik
çekirdekleri bile yoktur. Evrim yavaş da ilerlese 1,5 milyar yıl kadar
önce, yeryüzünde 2 milyar yıldır yaşam varken ilk çekirdekli hücreler
ortaya çıktı. Bunlar büyük hücrelerdi, daha yeterli bir kimyaları vardı
ve öncekilere göre daha büyük oranda fotosentez yapabilme
yeteneğine iyeydi. 700 milyon yıl önce, yaşamın yeryüzünde 3 milyar
yıldan beri var olduğu sıralarda, atmosferde %5 oksijen bulunuyordu.
Organik bir bileşiğin oksijenle birleşmesinden açığa çıkan enerji, aynı miktardaki
maddenin oksijen kullanmadan parçalanmasıyla açığa çıkan enerjinin yirmi
katıdır. Hücreler gruplaşarak organizmalar oluştu. Böylece çok hücreli
organizmalar gelişti ve bunları desteklemek için sert dokular oluştu. Bunlar
kolayca fosilleşebiliyordu. Zamanımızdan 600 milyon yıl önce karmaşık ve ileri düzeyde çokhücreli yaşam serpilmişti. 4 milyar yıl, yani Yeryüzü'nün tüm ömrünün 1/3'i geçmeden bu tür karmaşık canlılar ortaya çıkmadı. Eğer bu, yerimsi gezegenlerin bir özelliği ise, gezegenlerin üçte biri, tek hücreli yaşamadan daha çoğuna iye olamayacak kadar gençtir. Kalan 2/3'si karmaşık ve çeşitli çokhücreli yaşama iyedir.
X - Galaksimizde çokhücreli yaşama iye gezegenlerin sayısı: 433.000.000
Bizler zeki yaşam aradığımıza göre bu sayı yeterli değildir. Yaklaşık 370 milyon
yıl önce ilk bitkiler karaları istila etti. 4,25 milyar yıl boyunca ıssız ve ölü kalmış
olan kara, kıyılarından yeşermeye başladı. Onlarca milyon yıl daha sonra
bitkileri hayvanlar izledi. Böcekler ve örümceklerden sonra sümüklüböcek ve
kurtlar ortaya çıktı. İlkel sürüngenler (ilk omurgalılar) tümüyle kara hayvanları
olarak 275 milyon yıl önce oluştu. Bir başka deyişle Yeryüzü, ömrünün %36'sını yaşamış olduğu zaman varsıl bir yaşam ortaya çıktı. Öyleyse diyebiliriz ki, üzerinde yaşanabilir gezegenlerin %64'ü varsıl bir kara yaşamına iyedir.
XI - Galaksimizde varsıl bir kara yaşamına iye olan gezegenlerin sayısı:
416.000.000
~180 milyon yıl önce ortaya çıkan ilk memeliler, sürüngenlere göre daha
zekiydi. 75 milyon yıl öncesinde gözleri ve beyinleri gelişen primatlar, 35 milyon yıl öncesinde iki gruba ayrılarak küçük maymunlar ve lemurlar ile gelişmiş beyinli iri maymunlar oluştu. Yine yaklaşık 600.000 yıl önce Homo Sapien gelişti ve 5.000 yıl kadar önce insanoğlu yazıyı buldu. Böylece yazılı tarih başlayarak Dünya'nın bazı bölgelerinde uygarlık çiçeklendi.
Uygarlık ortaya çıktığında Dünya, 4,6 milyar yaşındaydı ve ömrünün yaklaşık
%40'ını tamamlamıştı. Üzerinde yaşanabilir gezegenlerin %40'ının uygarlık
geliştirebilecek kadar yaşlı olmadığı, %60'ının ise yeterince yaşlı olduğu
anlamına gelir.
XII - Galaksimizde teknolojik uygarlığın gelişmiş olduğu gezegenlerin sayısı:
390.000.000
Uygarlığımız 5.000 yıl sürmüştür. İyimser bir şekilde Dünya durdukça bir 7,4
milyar yıllık süre içinde teknoloji düzeyimiz daha da gelişecektir. Uzay uçuşları
gelişmeden önce uygarlığın ancak 1/1.500.000'i geçmekte ve geri kalan süre
teknolojik düzeyin daha da gelişmesi içindir. Bir başka deyişle; Galaksimizdeki
390 milyon uygarlıktan ancak 260'ı bizim kadar ilkel geri kalanları daha ileri
düzeydedir. Eğer bu 390 milyon uygarlık galaksinin I. topluluk yıldızlarına
düzgün bir şekilde dağılmışsa, iki komşu uygarlık arasındaki uzaklık ortalama
40 IY olacaktır.
Uygarlık doğar, teknolojk ilerleme nükleer bomba düzeyine gelinceye kadar
hızlanır ve bir patlamayla ya da bir ıstırapla sona erer. Kendi durumumuzu kıstas alarak diyelim ki üzerinde yaşanabilecek 12x109 yıl ömürlü her gezegende zeki türler 4,6 milyar yıl sonra ortaya çıkar, 600.000 yıl boyunca yavaş yavaş bir uygarlık oluşturur ve bu uygarlık birdenbire sona erer. Gezegen, üzerinde artık uygarlık oluşamayacak şekilde tahrip olmuştur. 600.000, 12 milyarın 1/20.000'i olduğundan Galaksimizde 650 milyon yaşanılabilir gezegeni 20.000'e bölersek, bunlardan ancak 32.500'ünün 600.000 yıl periyodunda ve Homo sapiens 'e eşdeğer zekada bir türü gelişmekte olduğunu buluruz.
İlk uygarlığın doğuşundan sonra uygarlığın Yeryüzü gibi bir gezegende kalma
süresi, gezegenin yaşama evsahipliği etme süresinin 1/740'i kadarıdır. Bu
demektir ki her 570 bin yıldızdan ancak bugün biri var olan uygarlığın üzerinde
parlamaktadır.
evrende yanlızmıyız
evrende yalnızmıyız? bence hayır, tabiki olasılıklara görede yalnız değiliz. sebep ve örnek diye başlayabiliriz ; evrende yaklaşık ALTIYÜZmilyar (600000000) galaksi var. güneş sistemi yani bizim bulundugumuz galaksi içlerinden sadece birtanesi. güneş sistemimizde büyüklü küçüklü 600bin yıldız ve gezegenler var. güneş sisteminde canlı yaşam koşollarına uygun sadece dünya gezegeni mevcut olarak sadece biliiyo ve tahmin edilebiliyor. tahmin diyorum çünkü gidebildiğimiz tek gezegen ay oda uydumuz. ayrıca evren hergecen saniye kuran-ı kerimde de buyrulduğu ve bilimadamlarınında bilimsel dilleriyle evren hergecen gün genişlemekte ve hergecen gün yeni gök cizimleri ve yeni yıldızlar doğuyor. dünyamızın 14 milyar yıl önce oluştuğunu çoğumuz biliyoruz.ancak dünyada yaşam şartlarının ve belirtilerinin (mikro organizmaların) çok şükür 4.5 milyar yıl önce oluşmaya başladıgınıda azda olsa merak edenler biryerlerde okumuştur. şimdi ilk yazdığıma geri dönelim 600milyar galaksi ve herbirinde 600bin gök cismi (yıldız-gezegen-gökcismi ve yeni oluşan gökcisimleri) görebilidiğimiz yer neresi işte burası bam teli arkadaşlar ; görebildiğimiz en belirgin yer en yakın uzak evren dünyamızın çevresi ay v.s. güneş sisteminde bile bilinmeyen birçok gezegen varsayımlara dayatılarak bilgi diye önümüze seriliyor. ancak her galakside bir dünya olma olasılıgı 1 milyarda sadece 1 ise 0,0000001 ise evrende olasılıklara göre 600000000x600000=360.000.000.000.000 bunun milyarda 1 i = 36000000 36 milyar tane evrende başka yaşam olma olasılıgı bulunuyor. buraya kadar herşey normal görünüyor tabi olasılıklara nazaran. birde zaman açısından baktıgımızda dünyada yaşam 4.5 milyar yıl önce varolmaya başlanmış ancak uygarlık yani insan oğluysa 750bin yıl önce dünyada yaşamaya başlamıştır. ya teknoloji? teknoloji birkaç yüzyıl ile sınırlı mamafih anlatmak istediğim konu yani bam teli işte burda ; 4.5 milyar yılda ki oluşan yaşam ve teknoloji başka galaksilerde başka dünyalarda olmuş ise dünyadan daha önce varolmuş bir uygarlığın ulaştığı teknolojiyi düşünebiliyormusunuz ?????????? kuran-ı kerim de lutfedildiği üzere 70bin alem ve herbiri arasındaki çekilmiş perdeler bu belki zaman belkide uzaklık bilinemez ama biz sadece insan alemiyiz ve sınırlarımızı zorlamaya çalışıyoruz en üstün varlıkta olabiliriz belkide hayvandan sonra gelen üstün varlıklarız ama yanlız hiç değiliz. bu yazı umarım sizdede birşeyleri bilmek merak etmek adına biraz olsun araştırmacı ruhlarınızı dürtekler ve hepimiz bilim adına belkide merakımızı gidermek adına araştırmalar yaparız ve tabiki paylaşırız umuyorum. zamanda yolculuk isimli yazımıda paylaşmayı istiyorum sizlerle en yakın zamanda yazmak isteyipte yazdıklarım arasında ve bildiklerimle bilmek istediklerim arasındaki fark doğru orantılı biçimde paylaşmayı hedefliyorum. ilim ve bilim herzaman kardeş olmalarını temenni ediyorum
20 Mayıs 2008 Salı
19 Mayıs 2008 Pazartesi
cern
Türkiye’nin CERN’e üyeliği için 40 yılını adayan Engin Arık’tan bayrağı devralan Prof. Akkuş, siyasetçilere seslendi: “İç meseleleri bırakın, bilime yatırım yapın, yoksa geleceğimiz olmayacak.”
İSTANBUL - Isparta’daki uçak kazasında ölen fizikçi Prof. Dr. Engin Arık, Türkiye’nin, dünyanın en büyük nükleer araştırma merkezi CERN’e tam üye olabilmesi için 40 yıl uğraştı. Ancak kazada 5 meslektaşıyla birlikte yaşamını yitirince çalışmaları yarım kaldı. Yaşasaydı Türkiye’de büyük bir araştırma merkezi kurmayı hedefliyordu. Kazadan bir süre sonra, CERN’ün 8 gözlemci ülkesinden biri olan Türkiye, merkeze tam üye olabilmek için ilk adımı attı ama Arık, “En büyük hayalim” dediği anlaşmanın imzalanmasına tanık olamadı. Bayrağı Arık’tan devralan Türk Fizik Derneği Başkanı Prof. Dr. Baki Akkuş, meslektaşının çalışmaları sırasında büyük engellemelerle karşılaştığını ve ardından korkunç kazanın meydana geldiğini söyledi. Akkuş, NTVMSNBC’ye Türkiye’nin nükleer macerasını, CERN’ün gerçekleştireceği Big Bang deneyini ve Dan Brown’un “Melekler ve Şeytanlar” kitabında yer alan “Büyük patlama olursa, Dünya’yı içine çekecek büyük bir kara delik meydana gelecek” iddiasındaki gerçeklik payını anlattı ve siyasetçilere “kavgayı bırakın, bilime yatırım yapın” mesajını verdi.
CERN neden kuruldu?
12 Avrupa ülkesi, 1954 yılında, nükleer araştırmalar konusunda ABD’yle rekabet edebilmek ve bu ülke karşısında güçlü olabilmek için CERN’ü (Avrupa Konseyi Nükleer Araştırmalar Merkezi) kurdu. Bugün 20 üyesi olan ve 80 ülkeden yaklaşık 6500 bilim adamının çalıştığı CERN, dünyanın en büyük nükleer fizik araştırma merkezi.
Şimdi de Big Bang deneyini gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Dan Brown’un kitabında iddia ettiği gibi bu deneyden sonra Dünya’yı büyük bir tehlike bekliyor mu?
Aslına bakılırsa, oradan tam olarak ne çıkacağını kimse bilmiyor. Bilim insanları da küçük bir “Big Bang” yaratacak makineyi takip ederek, Dünya’nın nasıl oluştuğunu anlamaya çalışacak. Üzerinde 14 yıldır çalışılan ve 4.4 milyon sterlin harcanan bu deneye LHC (büyük hadron çarpıştırıcısı) deneyi deniyor. Deneyle 27 kilometrelik alanda yerin 100 metre altındaki tünellerde dev mıknatıslar kullanılarak bugüne kadar denenmemiş bir hızda ve -271 derecede atom parçacıkları çarpıştırılacak, ‘Tanrı’nın maddesi’ olarak da bilinen kara maddedin oluşumu incelenecek. Parçacığa kütle kazandıran nedir, anlamaya çalışılacak.
Dan Brown “Melekler ve Şeytanlar” kitabında bu araştırmanın bir kara delik oluşturacağını ve büyük bir kıyamete sebep olacağını yazmıştı. Bu iddiadan endişe duyuluyor. Gerçekten söz konusu olabilir mi böyle bir kıyamet?
Ben bu endişeleri ciddiye almıyorum. Sanki büyük bir patlama yaratılacakmış gibi bir düşünce var ama doğru değil. Bir deney gerçekleştiriliyor ve bu deneyin tüm Dünya’yı içine alacak bir kara delik oluşturması mümkün değil. Bence bu Brown’ın meşhur olma kaygısıdır.
Türkiye’nin programda gözlemci kuruluş olarak yer almasının ve 3-4 yıl içinde tam üyeliğe kabul edilebilmesinin anlamı ne?
CERN’e üye olan ülkeler, yürütülecek projelerin seçilmesi ve izlenip değerlendirilmesi konularında önemli kararlar alabiliyorlar. Eğer üye değilseniz, bu karar mekanizmasında etkiniz olmuyor, sadece gözlemliyorsunuz. Bugüne bizim kadar gözlediğimiz gibi... Aslında biz tam olarak neyi gözlüyoruz, onu da anlayabilmiş değilim. Şu anda oradaki deneylere katılabiliyoruz ama deneylerde ve konseyde hiçbir söz hakkımız yok. Bu yüzden bilim adamlarımızın CERN’e gidip çalışmalara katılabilmesi söz konusu değil. Üye olduğumuz takdirde Türkiye’den binlerce fizikçi, mühendis, biyolog ve kimyacı CERN’de çalışabilecek.
Türkiye’nin üye olması için hangi kriterler aranıyor?
Türkiye bu yıl işbirliği anlaşması yaptı. Üyelik için tekrar ve en kısa sürede başvurmamız gerekiyor. Üç yıllık süre içinde, hem siyasi, hem de bilimsel alanlarda belli kriterler aranıyor. Siyasi olarak, CERN konseyinde 20 üyenin Türkiye’nin katılımına ‘evet’ demesi gerekiyor. Türkiye’nin de bu süreç içinde bilimsel altyapısıyla ilgili tüm bilgileri CERN’e vermesi gerekiyor. Bunu AB sürecinde yaşadıklarımıza benzetebiliriz fakat burada beklenti daha az.
CİDDİ ENGELLEMELER VARDI, CUMHURBAŞKANI’NA İLETTİK
Türkiye’de altyapıyı oluşturmak için neler yapılması gerekiyor?
Rahmetli Engin Arık, Türkiye’de bir hızlandırıcı merkezi kurmaya çalışıyordu, sonra bu üzücü uçak kazası yaşandı ve Arık hayatını kaybetti. Kazada 6 bilimcimizi şehit verdik. Bu insanlar çok önemliydi. Önümüzdeki birkaç ay içinde, Ankara’da bu merkezin temeli atılacak. Merkez, Avrupa’daki CERN’in yavrusu olacak. Bu konuda çok ciddi engellemelerle karşılaştık ve mücadele verdik. Bu engellemeler sonunda da uçak kazası meydana geldi. Biz bu engellemelerle ilgili dosyayı Cumhurbaşkanımıza verdik. Büyüklerimiz gerekeni yapacaktır.
Neydi bu engellemeler?
Bu çok ciddi bir konu ve açıklayamam...
ÇİN VE HİNDİSTAN SÜPER GÜÇ OLUYOR
CERN’e üye olmak Türkiye’ye ne kazandıracak ve ne kaybettirecek?
Türkiye’nin hiçbir kaybı olmayacak, çünkü kimya ile biyolojinin temelini sağlayan fiziktir. Bütün gelişmiş ülkelere baktığımız zaman, örneğin ABD ve Rusya’ya ya da yakın gelecekte güçlü olacak Çin ve Hindistan’a, bilimsel araştırmalara çok büyük yatırım yaptıklarını görüyoruz. Çin ve Hindistan süper güç olma yolunda hızla ilerliyor. Bu durumda Türkiye’nin mümkün olduğu kadar çabuk CERN’e üye olması gerekiyor. 2005 yılında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a yazılı başvuruda bulunduk. 2008 yılında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile makamında görüşme yaptık ve kendilerinden destek sözü aldık. Bu tarihden sonra da 14 Nisan 2008’de Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Okay Çakıroğlu ile CERN Genel Direktörü Robert Aymar anlaşma imzaladı. Şimdi 3-4 yıl içinde gerçekleşecek tam üyeliği bekliyoruz.
BİLİME YATIRIM YAPMAZSAK, YOK OLURUZ
Türkiye bu çalışmaların gerisinde kalırsa neler olur?
Türkiye’de bilime önem verilmediği bir gerçek. Bu medya için de geçerli. Bir mankenin özel hayatını daha çok önemsiyoruz. Medyanın ve siyasilerin öncülüğünde bilimi topluma tanıtmamız lazım. Türkiye coğrafi olarak çok kritik bir bölgede. Ayrıca dünyanın en zengin doğal kaynaklarına sahip. Uranyumu, boru, kömürü ve suyu var. Biz teknolojimizi geliştirip, büyük ve güçlü bir ülke olamazsak varlığımızı sürdüremeyiz. Siyasetçiler iç problemleri bir kenara bırakmalı ve oturup ülkenin geleceğini düşünmeli. Bilimsel araştırmaları ön plana alıp, Türkiye’yi güçlü hale getirmeli. Rahmetli Engin Arık bu işle tam 40 yıl uğraştı. Her yere gitti ve insanlara anlatmaya çalıştı, fakat kimse onu anlamadı. Ben Engin Hanım’ın son 20 yılında onunla birlikte çalıştım. Beraber mücadele ettik, çalışmalar başladıktan ancak 54 yıl sonra işbirliği anlaşması imzalanabildi.
Türkiye’de nükleer çalışmalar altyapı kurulması gerekiyor ve bunun için de yatırım yapılması... Siyasetçiler şöyle düşünüyor: Bu altyapı kurulduktan sonra karşılığını almak 10 yıl sürüyor, sanırım bu 10 yıl onlara çok uzun geliyor; fakat değil... En son Güney Kore’de 80’li yıllarda bilim kenti kuruldu ve ciddi yatırımlar yapıldı.10 yıl sonra Güney Kore’nin adını duymaya başladık. Samsung ve Hyundai markalarını tanıdık. Türkiye de 10 yılı göze almalı.
HATIRLANIRSA WWW CERN’DE KEŞFEDİLMİŞTİ
Cern’ün Türkiye’ye çok büyük fayda sağlayabileceğini söyleyebilir misiniz?
Eğer CERN’e üye olursak bilim adamlarımızın orada öğreneceği bilgileri kendi ülkemize getirebilme imkanımız var. Ayrıca orada evrenin nasıl oluştuğuna dair araştırmalar yürütülüyor, bu çalışmalar yapılırken de yeni teknolojiler gelişiyor. Gelecekte lazer fizik, plazma fizik, telekomünikasyon, nükleer tıp, malzeme bilimi ve bilişim teknolojisi gibi bu alanlarda çok büyük gelişmeler olacak. Hatırlanırsa, World Wide Web (www) internet de CERN’de keşfedilmişti.
Eklenmiş Resmin Önizlemesi
İSTANBUL - Isparta’daki uçak kazasında ölen fizikçi Prof. Dr. Engin Arık, Türkiye’nin, dünyanın en büyük nükleer araştırma merkezi CERN’e tam üye olabilmesi için 40 yıl uğraştı. Ancak kazada 5 meslektaşıyla birlikte yaşamını yitirince çalışmaları yarım kaldı. Yaşasaydı Türkiye’de büyük bir araştırma merkezi kurmayı hedefliyordu. Kazadan bir süre sonra, CERN’ün 8 gözlemci ülkesinden biri olan Türkiye, merkeze tam üye olabilmek için ilk adımı attı ama Arık, “En büyük hayalim” dediği anlaşmanın imzalanmasına tanık olamadı. Bayrağı Arık’tan devralan Türk Fizik Derneği Başkanı Prof. Dr. Baki Akkuş, meslektaşının çalışmaları sırasında büyük engellemelerle karşılaştığını ve ardından korkunç kazanın meydana geldiğini söyledi. Akkuş, NTVMSNBC’ye Türkiye’nin nükleer macerasını, CERN’ün gerçekleştireceği Big Bang deneyini ve Dan Brown’un “Melekler ve Şeytanlar” kitabında yer alan “Büyük patlama olursa, Dünya’yı içine çekecek büyük bir kara delik meydana gelecek” iddiasındaki gerçeklik payını anlattı ve siyasetçilere “kavgayı bırakın, bilime yatırım yapın” mesajını verdi.
CERN neden kuruldu?
12 Avrupa ülkesi, 1954 yılında, nükleer araştırmalar konusunda ABD’yle rekabet edebilmek ve bu ülke karşısında güçlü olabilmek için CERN’ü (Avrupa Konseyi Nükleer Araştırmalar Merkezi) kurdu. Bugün 20 üyesi olan ve 80 ülkeden yaklaşık 6500 bilim adamının çalıştığı CERN, dünyanın en büyük nükleer fizik araştırma merkezi.
Şimdi de Big Bang deneyini gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Dan Brown’un kitabında iddia ettiği gibi bu deneyden sonra Dünya’yı büyük bir tehlike bekliyor mu?
Aslına bakılırsa, oradan tam olarak ne çıkacağını kimse bilmiyor. Bilim insanları da küçük bir “Big Bang” yaratacak makineyi takip ederek, Dünya’nın nasıl oluştuğunu anlamaya çalışacak. Üzerinde 14 yıldır çalışılan ve 4.4 milyon sterlin harcanan bu deneye LHC (büyük hadron çarpıştırıcısı) deneyi deniyor. Deneyle 27 kilometrelik alanda yerin 100 metre altındaki tünellerde dev mıknatıslar kullanılarak bugüne kadar denenmemiş bir hızda ve -271 derecede atom parçacıkları çarpıştırılacak, ‘Tanrı’nın maddesi’ olarak da bilinen kara maddedin oluşumu incelenecek. Parçacığa kütle kazandıran nedir, anlamaya çalışılacak.
Dan Brown “Melekler ve Şeytanlar” kitabında bu araştırmanın bir kara delik oluşturacağını ve büyük bir kıyamete sebep olacağını yazmıştı. Bu iddiadan endişe duyuluyor. Gerçekten söz konusu olabilir mi böyle bir kıyamet?
Ben bu endişeleri ciddiye almıyorum. Sanki büyük bir patlama yaratılacakmış gibi bir düşünce var ama doğru değil. Bir deney gerçekleştiriliyor ve bu deneyin tüm Dünya’yı içine alacak bir kara delik oluşturması mümkün değil. Bence bu Brown’ın meşhur olma kaygısıdır.
Türkiye’nin programda gözlemci kuruluş olarak yer almasının ve 3-4 yıl içinde tam üyeliğe kabul edilebilmesinin anlamı ne?
CERN’e üye olan ülkeler, yürütülecek projelerin seçilmesi ve izlenip değerlendirilmesi konularında önemli kararlar alabiliyorlar. Eğer üye değilseniz, bu karar mekanizmasında etkiniz olmuyor, sadece gözlemliyorsunuz. Bugüne bizim kadar gözlediğimiz gibi... Aslında biz tam olarak neyi gözlüyoruz, onu da anlayabilmiş değilim. Şu anda oradaki deneylere katılabiliyoruz ama deneylerde ve konseyde hiçbir söz hakkımız yok. Bu yüzden bilim adamlarımızın CERN’e gidip çalışmalara katılabilmesi söz konusu değil. Üye olduğumuz takdirde Türkiye’den binlerce fizikçi, mühendis, biyolog ve kimyacı CERN’de çalışabilecek.
Türkiye’nin üye olması için hangi kriterler aranıyor?
Türkiye bu yıl işbirliği anlaşması yaptı. Üyelik için tekrar ve en kısa sürede başvurmamız gerekiyor. Üç yıllık süre içinde, hem siyasi, hem de bilimsel alanlarda belli kriterler aranıyor. Siyasi olarak, CERN konseyinde 20 üyenin Türkiye’nin katılımına ‘evet’ demesi gerekiyor. Türkiye’nin de bu süreç içinde bilimsel altyapısıyla ilgili tüm bilgileri CERN’e vermesi gerekiyor. Bunu AB sürecinde yaşadıklarımıza benzetebiliriz fakat burada beklenti daha az.
CİDDİ ENGELLEMELER VARDI, CUMHURBAŞKANI’NA İLETTİK
Türkiye’de altyapıyı oluşturmak için neler yapılması gerekiyor?
Rahmetli Engin Arık, Türkiye’de bir hızlandırıcı merkezi kurmaya çalışıyordu, sonra bu üzücü uçak kazası yaşandı ve Arık hayatını kaybetti. Kazada 6 bilimcimizi şehit verdik. Bu insanlar çok önemliydi. Önümüzdeki birkaç ay içinde, Ankara’da bu merkezin temeli atılacak. Merkez, Avrupa’daki CERN’in yavrusu olacak. Bu konuda çok ciddi engellemelerle karşılaştık ve mücadele verdik. Bu engellemeler sonunda da uçak kazası meydana geldi. Biz bu engellemelerle ilgili dosyayı Cumhurbaşkanımıza verdik. Büyüklerimiz gerekeni yapacaktır.
Neydi bu engellemeler?
Bu çok ciddi bir konu ve açıklayamam...
ÇİN VE HİNDİSTAN SÜPER GÜÇ OLUYOR
CERN’e üye olmak Türkiye’ye ne kazandıracak ve ne kaybettirecek?
Türkiye’nin hiçbir kaybı olmayacak, çünkü kimya ile biyolojinin temelini sağlayan fiziktir. Bütün gelişmiş ülkelere baktığımız zaman, örneğin ABD ve Rusya’ya ya da yakın gelecekte güçlü olacak Çin ve Hindistan’a, bilimsel araştırmalara çok büyük yatırım yaptıklarını görüyoruz. Çin ve Hindistan süper güç olma yolunda hızla ilerliyor. Bu durumda Türkiye’nin mümkün olduğu kadar çabuk CERN’e üye olması gerekiyor. 2005 yılında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a yazılı başvuruda bulunduk. 2008 yılında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile makamında görüşme yaptık ve kendilerinden destek sözü aldık. Bu tarihden sonra da 14 Nisan 2008’de Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Okay Çakıroğlu ile CERN Genel Direktörü Robert Aymar anlaşma imzaladı. Şimdi 3-4 yıl içinde gerçekleşecek tam üyeliği bekliyoruz.
BİLİME YATIRIM YAPMAZSAK, YOK OLURUZ
Türkiye bu çalışmaların gerisinde kalırsa neler olur?
Türkiye’de bilime önem verilmediği bir gerçek. Bu medya için de geçerli. Bir mankenin özel hayatını daha çok önemsiyoruz. Medyanın ve siyasilerin öncülüğünde bilimi topluma tanıtmamız lazım. Türkiye coğrafi olarak çok kritik bir bölgede. Ayrıca dünyanın en zengin doğal kaynaklarına sahip. Uranyumu, boru, kömürü ve suyu var. Biz teknolojimizi geliştirip, büyük ve güçlü bir ülke olamazsak varlığımızı sürdüremeyiz. Siyasetçiler iç problemleri bir kenara bırakmalı ve oturup ülkenin geleceğini düşünmeli. Bilimsel araştırmaları ön plana alıp, Türkiye’yi güçlü hale getirmeli. Rahmetli Engin Arık bu işle tam 40 yıl uğraştı. Her yere gitti ve insanlara anlatmaya çalıştı, fakat kimse onu anlamadı. Ben Engin Hanım’ın son 20 yılında onunla birlikte çalıştım. Beraber mücadele ettik, çalışmalar başladıktan ancak 54 yıl sonra işbirliği anlaşması imzalanabildi.
Türkiye’de nükleer çalışmalar altyapı kurulması gerekiyor ve bunun için de yatırım yapılması... Siyasetçiler şöyle düşünüyor: Bu altyapı kurulduktan sonra karşılığını almak 10 yıl sürüyor, sanırım bu 10 yıl onlara çok uzun geliyor; fakat değil... En son Güney Kore’de 80’li yıllarda bilim kenti kuruldu ve ciddi yatırımlar yapıldı.10 yıl sonra Güney Kore’nin adını duymaya başladık. Samsung ve Hyundai markalarını tanıdık. Türkiye de 10 yılı göze almalı.
HATIRLANIRSA WWW CERN’DE KEŞFEDİLMİŞTİ
Cern’ün Türkiye’ye çok büyük fayda sağlayabileceğini söyleyebilir misiniz?
Eğer CERN’e üye olursak bilim adamlarımızın orada öğreneceği bilgileri kendi ülkemize getirebilme imkanımız var. Ayrıca orada evrenin nasıl oluştuğuna dair araştırmalar yürütülüyor, bu çalışmalar yapılırken de yeni teknolojiler gelişiyor. Gelecekte lazer fizik, plazma fizik, telekomünikasyon, nükleer tıp, malzeme bilimi ve bilişim teknolojisi gibi bu alanlarda çok büyük gelişmeler olacak. Hatırlanırsa, World Wide Web (www) internet de CERN’de keşfedilmişti.
Eklenmiş Resmin Önizlemesi
zaman makinesi
bilindiği üzere uzayda anlamsız yere görüntülenmeyen ancak bizlerin bilinçsizce anlamsızcasına karpostallara konu ettiğimiz nasanın insanlarla paylaştığı bağzı uzay görüntüleri vardır bunlar bazen saman yoluna bağzen derin girdaplara bazense elektro manyetik bir alanın 3.ve 4. booyuttaki görüntüleri gibi gözlenirler. bunların birçoğu açıklanamamış evrensel gizemde saklıdır ama bağzılar vardırki gözle dahi görülemiyecek kurt delikleri vede kara deliklerdir. kurt delikleri ve daha büyüğü kara deliklerdir.kara delik geleceğe ancak kurt deliği geçmişe de götürebilirdi. Ve A noktasından hızlı bir dönüşle yine terk edilen bölgeye dönülebilirdi. Kuantum fizikçileri varlığını çok kısa bir süre sürdürebilen minik bir kurt deliğinin, evrenin ince yapısında yani uzay zaman köpüğünde (kuantum köpüğü) üretilebileceğini buldular. Bu ‘sanal' kurt delikleri varlıklarını sadece bir nano saniyenin bilyonda bilyonda bilyonda yüzü kadar sürdürebilir ve çapları ise bir Planck uzunluğunun çapına eşit olurdu.bunlar uzaydaki zaman çizelgesiinin dünyamıza kıyasla daha farklı ( yavaş ) geçmegeçmesine bir etkenmidir ? hayır . bilindiği üzere uzayda zaman dünyada ki zamana kıyasla çok daha yavaş seyreder. bunun sebebiyse kara delikler ve kurt delikleri değildir. sebebi zamanın, büyük kütlelerin yanında daha yavaş seyiretmesi d, dünyamıza göre birnevi zamanın bükülmesidir. yapılan ikiz deneyinde ikiz kardeşler den biri dünyada diğeriyse uzaya gönderilir 10 yıl sonunda uzaydaki kardeş dünyaya gelir ve sonuç : uzayda 10 yıl geçiren kardeş dünyadakinden göreceli olarak vede bedensel yıpranma olarak uzaydaki daha genç ve dinç kalır bununda nedeni uzayda zamanın dünyadan daha yavaş ilerlemesidir. kara delik ve kurt delikleriyse zamanda ki yolculuğu mümkünm hale getirebilmenin bir yoludur. bunun yapılabilirilği henüz bilim adamlarınca araştırmaları devam ediyor. bunun mümkün olması için bir zaman makinesi diye tabir ettiğimiz araca ihtiyaç duyuluyor . Fizikçiler sonunda zamanda ileriye ve geri doğru hareket etmenin bir olanağını bulmuşlardı ve zaman makinesinin tasarımını mümkün kılan yapı parçaları İngiliz fizikçi Paul Davies tarafından geliştirildi. Davies'in önerdiği parçalar şunlar: Collider: (Parçacık hızlandırıcısı). Gerekli enerji miktarını üretiyor. Imploder: (sıkıştırıcı ve yoğunlaştırıcı). Enerjiyi mikroskobik noktada sıkıştırıp yoğunlaştırıyor. Bu noktanın üzerinde kurt deliği yaratılmakta. Inflator: (Genleştirici) Kurt deliğini, insanın içine sığabilecek şekilde büyültüyor. Differentiator: (Farklılaştırıcı). Kurt deliğinde süreğen bir zaman farkı yaratarak zamanda yolcuğa izin veriyor. bu gereksinimleri birleştirdikten ve zaman makinesini yaptıktan sonra makinenin kurt deliklerine sığabilicek duruma getirmek içinse içinden geçilebilecek bir metre uzunluğunda bir kurt deliği üretildiğinde geriye son bir zorluk kalmakta. Bir ‘differantiator'/farklılaştırıcı ile deliğin iki ağzında bir zaman farkının oluşturulması gerekiyor ki, bu Davies bunun genel görelilik kuramına göre zaman akışının çekim kuvvetini yavaşlatan son derece yoğun kütleli bir nötron yıldızı olabileceğini söylüyor. Bunun için kurt deliğinin ağızlarından biri, nötron yıldızının yakınına itilmesi gerekmekte. Burada zaman yavaşlarken (nötron yıldızı ne kadar yoğun kütleli ise zaman o denli genişlemekte) diğer açıklıkta gayet normal geçer. Gerçi Davies bile bunun pratikte nasıl mümkün olabileceğini açıklayamasa da açıklık yine güneş sistemimize geri alınabilir. Bu teoriye göre yolculuk eden uzun bir koridorda yürür gibi kurt deliğinden geçerek kendisini mesela cumhuriyetin ilk yıllarında bulabilir. ‘Zaman yolcusu zamanı geriye almak yerine, geçmişte biten bir uzay yolcuğu gerçekleştirmekte' diye açıklıyor Davies kurt deliği ilkesine göre işleyen zaman makinesini. Ancak geçmiş öyle istenildiği gibi tarihin derinliklerine uzanmaz. Çünkü farklılaştırıcının zamanı yavaşlattırdığı an, yani diğer sözlerle zaman makinesinin üretimi geçmişte yaşanmamıştır. Bugüne kadar herhangi bir zaman makinesinin varlığının saptanmamış olması da, bugüne kadar gelecekten hiç kimsenin bizi ziyaret etmediğini de kanıtlar aslında. O halde Paul Davies'in önerdiği zaman makinesi bizi eski Mısır'a veya tarihöncesi dönemlere de götürmeyecektir. Kuantum fizikçilerinin birçoğu bu çok dünyalı yorumu fazlaca ciddiye alıyorlar' diyor Richard Gott. Buna göre bir zaman yolcusu içine ait olmayan alternatif bir dünya tarihinin yaratıcısı olur. Yani bu da diğer bir evrende gelişir. Ve bu şekilde özgür irade kurtarılmış olur, ama zaman yolcusu kendi dünyasına geri döneceğinden nasıl emin olacak? Zaman yolculuklarıyla entelektüel olarak ilgilenen fizikçilerden biri olan Hawkings, bu konuda 1992 yılında formüle almış olduğu ‘Kronoloji- Koruma- Tahmini' (‘chronology protection conjecture') teorisinin geçerli olmasını umuyor: ‘Fizik kanunları, makroskobik objelerin zaman yolcuğuna izin vermez.' Fakat bu sadece tahmin olduğu müddetçe, zaman yolculuğu en azından teorik olarak imkansız sayılmaz. yazdıklarım pek açık olmasada ilgilenenler umarım fikir sahibi bilmeyenlerde biraz da olsa umutları yıkılmıştır çünkü zaman makinesinin yapıldığı tarih ve sonrası arasında zaman yolculuğu mümkün olabilicek tabi farklı yol ve yöntemleri de var ör: saatte 300.000 km(ışık hızı) hızla gidildiğinde zamanı geriye döndürebilme ve hepside albert Einstein'ın zaman makinesi teoreminden ve görelelik kuramından yararlanarak yapılan tezler dir.bu konu hakkında araştırmalarım hızla sürmekte ben bilim adamı değilim ama iyi bi izleyici olma yolunda hayal gücümüde yanıma alarak takipçisi olma yolunda ilerlemeyi istiyorum edindiğim bilgileri sizlerle paylaşmayıda inanın çok istiyorum belki fizik meraklıları yada öğrencileri , kim bilir belkide bilim adamları yasaklanmasına rağmen uzaydaki farklı geçiş noktalarını farklı isimler altında araştırmalarına devam eder ve onlara yenilerininde katılması adına bir adımda bizler paylaşarak atmış oluruz. sizlerinde yorumlarını varsa bilgilerinizi paylaşmanızı bekliyorum. alıntı yaparakta paylaşımda bulunmanızı tavsiye ederim bilinçsizce yapılan her paylaşım bizi zamanda geçmişe göndermez ama bilim adına dahada geriye döndürür hepinize bol hayalli bir gelecek diliyorum. unutmayın insanoğlu hayaledebildiği herşeyi yapabilme konusunda yetenek sahibidir yeterki inanalım ve hayal kuralım
öncelikle blogumu ziyaret ettiğinizden dolayı tşk
blogumda paylaşmak istediğim resim video şarkı veya düşüncelerimi burda paylaşmak ve sizlerinde yorum veya görüşlerinizi herhangi bi konuda olan eleştiri yada farklı bakış açılarınızı istediğiniz takdirde benimle paylaşmak ve paylaşmanızı istiyorum saygılarr
Kaydol:
Yorumlar (Atom)